Sorunlarımızı çözebilmemiz için doğru soruların sorulmasının gerekliliği üzerine fazlaca ayrıntıya girmeye gerek yoktur. Son günlerde yayınlanan bir kitap nedeniyle başlatılan "Türkiye kime kalacak?" tartışması hakkında da bu yorumu tekrarlamak yanlış olmaz. Bu tür bir soru, son tahlilde, Türkiye'nin "birisine" kalmasının gerektiğini varsaydığı ve toplumsal geleceği ülkenin bırakılacağı "birisinin" "doğru"luğuna indirgediği için anlamlı bir tartışmaya yol açamaz.
Demokratikleşme, açılım ve toplumsal uzlaşma şiarıyla başlatılan bir siyasî hareketin uzun süren bir iktidar sürecinde, bundan bütünüyle vazgeçmemekle birlikte, geleceğin toplumunu şekillendirme hedefi üzerine yoğunlaşması şüphesiz eleştirilmeli ve bunun nedenleri tahlil edilmelidir. Ancak bunun yolu Türkiye'yi "onlara bırakmamak için" karşıt vizyonlar geliştirmek değildir.
Değişik eğilimlerin toplumsal vizyonlar, ütopyalar geliştirmesi, bunları tartışmaya açması fazlasıyla arzu edilen bir gelişmeyse de bunun Türkiye'nin "birilerine kalmaması için" yapılması, onları daha düşünce aşamasında sakat hale getirir. Bu tür bir vizyonun her şeyden önce "kapsayıcı" dolayısıyla da "toplumsal" olabilmesi mümkün değildir. "
Kime kalacak?" sendromu
Devletin "doğru" olmayan görüşlere sahip, gösterilen "doğru" yolu izlemeyi reddeden "vatandaşları" tarafından "ele geçirileceği" yolundaki paranoyanın da nedeni olan "kime kalacak?" sendromu toplumumuzun, İngiliz tarihçi Paul Johnson'ın deyimiyle, "bir toplumsal mühendislik çağı" olan yirminci asrın düşünce çerçevesinden çıkamadığını göstermektedir.
Genellikle vizyon ve ütopya ile karıştırılan "toplumsal mühendislik" büyük ölçekli sosyal değişimleri belirli bir ideolojik arka plana dayalı programlar çerçevesinde gerçekleştirme faaliyetidir. Diğer bir ifadeyle her toplumsal mühendislik projesi için bir "vizyon" ya da "ütopya" gereklidir; ama bunlar söz konusu projelerin sadece altyapısını oluştururlar. Dolayısıyla sorun vizyon ya da ütopyalar değil, onları insanların içinde "hammadde" haline geldikleri projeler haline dönüştürerek, otokratik yollarla "yeni toplum" yaratmaya çalışan toplum mühendisliğidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin "birilerine kalmaması için" yaratılacak ütopyaların toplumsal mühendislik projeleri haline gelmemeleri imkânsızdır. Bunun geleceğin toplumunu şekillendirme çabalarına tepki olarak yapılması söz konusu gerçeği değiştirmez. Ayrıca böylesi bir kutuplaşma, vatandaşları toplum mühendisliği projeleri arasında tercih yapmak benzeri pek de anlamlı olmayan bir ikilem içine sokar.
Toplum mühendisliği siyaset midir?
Yirminci asır toplumsal mühendislik projeleri en uç örnekleri Sovyetler Birliği ve 1933 sonrası Almanyası'nda görülen türde totaliter girişimler olarak başlamışlardır. Daha sonra ise Joachim Schmidt benzeri akademisyenlerin de işaret ettiği gibi bu kavramın bir tabu olarak eleştirildiği, İkinci Dünya Savaşı öncesi diktatörlüklere mahsus bir uygulama olarak görüldüğü ABD'nin dahil olduğu pek çok ülkede gelişmiş teknoloji ve davranış psikolojisine dayalı post-modern toplum mühendisliği uygulamaları görülmüştür.
Türkiye'de pek çok alanda olduğu gibi toplumsal mühendislik konusunda da yukarıda zikredilen uç örneklerdekiler kapsamında projeler geliştirilmemekle beraber mevcut otoriter ideolojinin vizyonuna dayalı bir programın uygulanmasına çalışmıştır. Günümüzde genellikle bir siyasî program olarak ele aldığımız Kemalizm'in gerçekte bir toplumsal mühendislik projesi olduğunun altı çizilmelidir. Kemalizm bu karakteri nedeniyle toplumu gereğinde zor kullanarak, bilindiği varsayılan "doğru" yöne götürmeyi "siyaset" olarak kavramsallaştırmıştır.
Burada ilginç olan Kemalist programın, insan unsuru ve tüm kaynakları hammadde olarak kullanarak toplumu "olması gereken"e doğru yönlendirme düşüncesini topluma benimsettirmiş olmasıdır. Kemalizme en şiddetli eleştirileri getiren kesimlerin dahi onun karşıtezi niteliğinde toplumsal mühendislik programları geliştirmekden geri kalmamaları ve bunu "siyaset" olarak kavramsallaştırmaları söz konusu etkinin kapsamını ortaya koymaktadır.
Kemalist toplum mühendisliği projeleriyle diğerleri arasındaki belirgin farklılık Friedrich von Hayek'in "köleleştirici" olduğunu savunduğu ekonomik planlamaya karşı alınan tavırdan kaynaklanmaktadır. 1960 Darbesi, 1971 Beyin Takımı programı benzeri Kemalist projeler planlı ekonomiyi toplum mühendisliğinin temel aracı olarak görmüşlerdir. Ancak buradan yola çıkarak, planlı ekonomi muhaliflerinin toplum mühendisliğini reddettiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Onlar da gerçekte karşı çıktıkları Kemalist paradigmayı içselleştirmeleri nedeniyle, siyaseti toplum mühendisliğiyle özdeşleştirmekten geri kalmamışlardır. Bu nedenle "toplum mühendisliği," Türkiye'de değişik siyasî hareketler tarafından yirminci asır başındaki anlamıyla kavramsallaştırılmakta ve Karl Popper'ın Tarihselciliğin Sefaleti'nde şiddetle eleştirdiği "geleceğin bilinebileceği," onun için toplumun hazırlanması, gerekiyorsa da dönüştürülmesinin gerekli olduğu felsefî varsayımına dayandırılmaktadır.
Dolayısıyla toplumumuzda Batı toplumlarındaki gibi gelişmiş teknoloji ve davranış psikolojisine dayalı post-modern toplum mühendisliği ya da Çin'dekine benzer sibernetik ve süper bilgisayarlar kullanarak "sosyalist modernleşme" planlaması yapılmasından ziyade, yirminci asrın ilk yarısındakilere benzer dönüştürme projeleri revaç bulmaktadır. Daha da önemlisi bu tür projelerin "siyaset" olarak algılanmasıdır.
Post-Kemalist Türkiye
Post-Kemalist Türkiye'nin toplumsal mühendislik uygulamalarıyla inşa edilmesi, otoriterliğin başka adlar altında sürdürülmesi dışında sonuç vermez. İhtiyaç duyulan ise bu değil, ciddî bir paradigma değişikliğidir. Bunun yapılabilmesi için insanı birey değil proje hammaddesi olarak gören yirminci asır başı totaliter/otoriter toplum mühendisliğinin cazibesinden kurtulmak, onun "siyaset" ya da geleceğe hazırlanmak olmadığını kavramak gerekmektedir. Uzun yıllar toplum mühendisliği programı altında yaşamış, onu "siyaset" olarak kavramsallaştırmış bir toplumda bunun kolay olmayacağı açıktır. Bunu yapabildiğimizde ise sorunun "Türkiye'nin kime kalacağı" değil, insanı hammadde olarak kullanmayacak kapsayıcı toplumsal projeler, vizyonlar ve ütopyalar yaratmak olduğunu görmemiz mümkün olacaktır.
Her şeyden önemli olarak Türkiye "birilerine" kaldığında, bu "birileri" kim olursa olsun, insanların birey değil, Stalin'in ünlü ifadesinde dile getirdiği gibi, "istatistik" haline gelecekleri unutulmamalıdır.