Yeni anayasa konusunda ivme kazanan tartışmalar çerçevesinde idarî ve malî adem-i merkeziyetçilik uygulamasının talep edilmesi son derece anlamlıdır. Adem-i merkeziyet konulu araştırmalar, bu uygulamanın demokratikleşme ile paralel geliştiğini ve son otuz yılda ciddî bir ivme kazandığını ortaya koymaktadır. 1980'de ademi merkeziyetten yararlanan özerk ya da yarı özerk yerel yönetimler dünya ölçeğinde toplam gelirlerin %15'ini topluyor ve harcamaların %20'sini gerçekleştiriyorlardı. Bu oranlar 2000 yılında sırasıyla %19 ve %25'e, 2010'da ise % 24 ve % 30'a ulaşmıştır.
Global gelişmeler göz önüne alındığında adem-i merkeziyet uygulamasının hem demokratikleşme çabalarımıza hız kazandıracağını, hem de bu alanda dünyada yaşanan değişime uyum göstermemizi sağlayacağını söyleyebiliriz. Ancak buradan yola çıkarak adem-i merkeziyet uygulamasının Kürt sorununu çözecek bir reçete olarak sunulması anlamlı değildir. Bu konudaki yanılgı "adem-i merkeziyet"in tarihî süreç içinde toplumumuzda farklı bir anlamda kavramsallaştırıldığının göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Merkezileşme tarihimiz
On dokuzuncu asra gelindiğinde ayrı kanunnâmeleri, orduları olan, vergi oranlarını yerel koşullar çerçevesinde belirleyen, yabancı ülke temsilcileriyle ticaret anlaşmaları imzalayan eyâletler ve bölgeleriyle Osmanlı Devleti adem-i merkeziyetin bile sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Âyânlar, mütegallibe, merkezî hükümetle İstanbul'daki kethüdaları aracılığıyla muhabere eden valiler ve kendilerini bağımsız gören yerel liderler elinde Osmanlı Devleti, merkezin doğrudan kontrol edebildiği sınırlı alanlar dışında farklı idarî yapılardan oluşan bir federasyon haline gelmişti.
Ancak böylesi bir yapının büyük donanma imparatorluklarının egemen olduğu bir dünyada dış tehditlere karşı korunabilmesi mümkün değildi.
Bunun sonucunda devlet merkeziyetçiliği temel siyaseti haline getirdi. Âyânlar, mütegallibe, babadan oğula geçen valilikler ve yerel liderler güç kullanılarak tasfiye edildi. Teknolojik gelişimden de istifade edilerek, imparatorluğun oldukça geniş bir alanı doğrudan merkezden emir alan, onun "memur"u statüsündeki valiler tarafından yönetilmeye başlandı. Bunun yapılamadığı bölgelerde ise merkez yeni yerel liderler yaratarak, toplumsal tabanı zayıf, varlığını kendisine borçlu bireylerle çalışmaya başladı. Bunun yanı sıra kapsamlı bir kanunlaştırma faaliyetiyle herkes için geçerli kanunlar kabul olunarak, özerklik, ayrıcalık ve geleneksel yapılar tasfiye edildi ve ulus-devlet refleksleriyle hareket eden bir imparatorluğa dönüşüm gerçekleştirildi. Ancak merkeziyetçilik Fransa'da olduğu gibi baskıcılığı getirmesine karşılık Fransa'daki gibi farklılıkları alabildiğine törpüleyerek yeni bir "millet" yaratamadı.
Fazlasıyla geniş bir alana yayılmış, farklılıkların federasyonu andıran bir yapı içinde asırlar boyunca kökleştiği ve tanındığı bir yapıda ne denli baskıcı olunursa olunsun "millet" inşa etmek zordu. Bu nedenle de merkeziyetçilik siyasetleri şiddetli tepkilerle karşılaştı. Breton ve Normanlar Fransızlaştı; ama Osmanlı anâsırı ikili kimliklerden (Arap-Osmanlı, Ermeni-Osmanlı gibi) öteye geçen bir üst kimliğe dayalı "uluslaşmayı" hedefleyen merkezileşmeye direndi.
Milliyetçiliğin yükselmesiyle, bilhassa on dokuzuncu asrın ikinci yarısından itibaren, merkezileşmeye muhalefet yerel tepkiden milliyetçiliğe dönüştü. Bunun neticesinde Osmanlı bağlamında "adem-i merkeziyet" yerel yönetimlere idarî ve malî özerklikler tanınması ötesinde bir anlam kazandı. Bu ise merkezileşme öncesi federatif yapıyı andıran sistemin etnik parametreler etrafında yeniden yaratılmasıydı.
Toplumsal özerklik
Bu nedenle Sabahaddin Bey'in, Edmond Demolins'den etkilenerek siyasî programının dayanaklarından birisi haline getirdiği "adem-i merkeziyet" ilkesi, Türkler dışındaki Osmanlı unsurlarınca farklı şekilde kavramsallaştırıldı. Demolins adem-i merkeziyeti Anglo-Saksonların sahip olduğunu düşündüğü "üstünlüğün" nedenlerinden birisi olarak görüyordu. Kendisi 1882'de adem-i merkeziyetin Paris ve büyük şehirlere yönelik göçü önleyeceğini de savunmuştu. Dolayısıyla Sabahaddin Bey tarafından ilk dile getirildiği şekliyle adem-i merkeziyet bir idarî yapılanma modelinden başka bir şey değildi.
Ancak Sabahaddin Bey'in ademi merkeziyet talebiyle Osmanlı Kanun-i Esasîsi'nin 108. Maddesinde zikredilen "tevsi'-i me'zuniyet (yetki genişliği)" ilkesinin uygulanmasından başka bir muradı olmadığını ifade etmesine karşın, kavram Osmanlı unsurlarının "özerklik" taleplerinin dile getirilmesinde kullanıldı. Nitekim, Daşnaktsutyun kavrama bu anlamıyla atıfta bulunurken, onun ancak "toplumsal statü" ile anlam kazanacağının altını çiziyordu. Arap Hizbü'l la-Merkeziyye teşkilâtı da adem-i merkeziyetten, "yetki genişliği" değil, Arap vilâyâtına verilecek "toplumsal özerklik"i anlıyordu. Bu örgütlerin kavramsallaştırdığı şekliyle "adem-i merkeziyet" günümüz Kürt siyasî örgütlenmelerinin talep ettiği "demokratik özerklik" kavramıyla benzerlik gösteriyordu.
İlginç olan adem-i merkeziyete karşı çıkanların da kavramı benzer şekilde yorumlamalarıydı. Dr. Bahaeddin Şakir, Sabahaddin Bey'in programını eleştirirken "vilâyeti... ellerine bırakacağımız şu yerli âzâlar acaba kimler olacaklardır? O âzâlar... Vilâyât-ı Sitte'de [Ermeni] komitecilerin, Adalar'da Yunanistan'ın, Makedonya'da Bulgarların taht-ı te'sir ve nüfûzunda olan kimselerden mürekkeb olursa ne yapacağız?" ifadesini kullanmış; Hüseyin Cahid ise adem-i merkeziyetin Ege Adaları'nın "Yunanistan'ın agûşuna" atılmasıyla eşanlamlı olduğunu savunmuştu.
Kürt sorunu
Cumhuriyet kurucuları da adem-i merkeziyetçiliğin genel olarak bu anlama geldiğini, yerel yönetimlere verilecek yetkilerin ayrılıkçılığa çanak tutmak olduğunu düşünmüşler, bu nedenle de son dönem imparatorluk merkeziyetçiliğini, daha da katı yorumlayarak, bundan taviz vermeyen bir yapı geliştirmişlerdi.
Ayrılıkçılık korkusuyla her türlü yerelliği ve farklılığı tehdit olarak gören bu yapı katılımın yaygınlaştırılması, çevrenin isteklerinin karşılanması ve demokratikleşmenin sağlanması alanlarında ciddî bir engel teşkil etmiştir. Yerel idareler üzerindeki merkeziyetçi baskının azaltılması, adem-i merkeziyet ile çevrenin katılımının artırılarak, farklılıkların göz önüne alınması demokratikleşme çabalarımıza ciddî bir ivme kazandıracaktır. 2003'te hazırlanan mahallî idareler reformunun gerçekleştirilememesi bu çabalara önemli bir darbe vurmuştur.
Böylesi bir reform şüphesiz Kürt meselesinin çözümüne de katkıda bulunacaktır. Ancak bu sorunun "teknik anlamıyla" adem-i merkeziyetçiliği teşvik eden mahallî idare düzenlemeleriyle halledileceğini ummanın hayâlcilik olduğunu da unutmamak gerekir.