Toplumumuzda eğitim tartışmalarının genellikle "gelecek neslin nasıl yetiştirileceği," zorunlu eğitim süresinin ise bireye "hangi yaşta ne öğretilmesinin ya da öğretilmemesinin" gerekli olduğu tartışmasına dönüşmesi tesadüfî değildir. Bu gerçekte devletin vatandaşı beşikten mezara toplumsallaştırma, tektipleştirme arzusunun dışa yansımasıdır.
Demokrasi ve toplumsallaşma
Tektipleştirme amaçlı siyasetler doğal olarak toplumsallaşmanın en etkili olduğu ilk eğitim dönemini elden geldiğince "verimli" biçimde değerlendirmek istemektedirler. Ancak bu siyasetler bununla yetinmeyerek ergen birey toplumsallaştırmasını da deyim uygunsa vatandaşın ölümüne kadar sürdürmeyi arzulamaktadırlar. Bu açıdan değerlendirildiğinde, son yıllarda atılan tüm olumlu adımlara karşın, demokrasimiz gibi toplumsallaştırma siyasetlerimiz de gerçek demokrasiler ile otokratik yönetimler arasında bir yere konuşlanmaktadır. Zaten toplumsallaşma siyasetlerinin aşırılıktan kurtarılması, son tahlilde, demokratikleşmeye bağlıdır.
Toplumumuzdaki uygulamalar, cenaze törenlerinin rejim değerlerinin bireylere nakledildiği toplantılara dönüştürüldüğü Kuzey Vietnam ya da kimlik kartı ve pasaport dağıtımlarının rejimin ilkelerine bağlılık gösterileri şeklini aldığı Sovyetler Birliği örneklerinde görülmüş olan aşırılıklara ulaşmamaktadır. Buna karşılık ilkokul andından üniversite eğitimine kadar ulaşan bir alandaki uygulamalar, demokrasi ölçütlerinin sınırlarını aşma eğilimi taşımaktadır.
Karşı karşıya olduğumuz sorun iki yönlüdür. Birinci olarak her toplumda yapılan erken eğitim toplumsallaştırması aşırılığa kaçmakta ve yetişme çağındaki çocukları ideolojik bir kalıba sokarak tektipleştirmeye çalışmaktadır. İkinci olarak ise yetişkinlere yönelik olarak gerçekleştirilen toplumsallaşma siyasetleri olağan farklılıkları törpüleyerek, tektipleştirme çabalarının hayatın her aşamasında sürdürülmesini hedeflemektedir. İlginç olan bu siyasetlerin düzeyinin ilkokul çocuklarına yönelik toplumsallaştırma söyleminden ciddî bir farklılık göstermemesidir.
Erken eğitim toplumsallaşması
Toplumsallaştırma üzerine yapılan araştırmalar yetişmekte olan çocukların temel olarak üç kaynaktan etkilenerek kendi kültür ve değer çerçevelerini çizdiklerini göstermektedir. Aile, yaşıtlar ve eğitim kanallarıyla gerçekleştirilen sosyalleşmede, demokrasi seviyesi düşük toplumlarda ağırlık eğitime geçmektedir. Bu tür toplumlarda devlet ailenin çocuk üzerindeki etkisini sınırlamakta, onu temelde dilediği şekilde yoğurabileceği bir "aday vatandaş" olarak görmektedir.
Bu açıdan bakıldığında çocuğa verilecek ismi dahi tektipleştirme aracı olarak gören, dinî bilginin ne ölçüde, hangi yaştan itibaren ve hangi kurumlar tarafından verileceğini kontrol altında tutmak isteyen devlet ailenin etkisini fazlasıyla sınırlamaktadır. Devlet bunun yanı sıra herkesi aynı eğitimden geçirerek bireyi kendisine benzeyenlerden oluşan bir yaşıt grubu içine sokarak bu alanda farklı etkilenmesini de önlemeye gayret etmektedir. Eğitim alanında ise demokratik toplumlarda görülmeyen bir toplumsallaştırma gayreti gösterilmektedir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde ilkeğitimimiz, "öğretmekten" ziyade "toplumsallaştırma ve tektipleştirmeyi" amaçlamaktadır. Bunu hedefleyen bir eğitimin yaratıcılık ve bağımsız birey oluşumu üzerindeki olumsuz etkisi de göz ardı edilmemelidir.
Tekrar etmemiz gerekirse toplumumuzda toplumsallaştırma alanındaki aşırılık matematik problemlerinde"işçileri hak ettikleri ücretin altında çalıştıran burjuva işadamları" benzeri karakterlerin sergilendiği Sovyet eğitimi ölçülerine ulaşmamaktadır. Ancak dokuz yaşında "Sovyetler Birliği Genç Öncüsü" ûnvanı alan çocukların "Ben, bir Sovyetler Birliği genç öncüsü olarak, Sovyetler Birliği'ni, yaşamayı, çalışmayı seveceğime ve Lenin ve Komünist Partisi'nin öğretileri uyarınca savaşacağıma and içerim" şeklindeki yemininin bâzı bölümlerinin toplumumuz bireylerine pek de şaşırtıcı gelmeyeceği şüphesizdir. Bu alanda toplumsallaştırma ile ideoloji aşılamayı birbirinden ayıran, her türlü farklılığı ortadan kaldırmayı amaçlamayan, aşılanacak değerlere "millîlik" sınırı getirmeyen bir değişime ihtiyaç vardır.
Ergen toplumsallaştırması
Toplumsallaştırma erken eğitim döneminde her toplumda gerçekleştirilmekle birlikte, demokratik toplumlarda bu aşama sonrasında asgarîye inmektedir. Ancak toplumu belirli bir resmî ideoloji aracılığıyla tektipleştirmek amacını güden yapılarda ergenler de tıpkı ilkokul çocukları gibi toplumsallaştırılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında toplumumuz yetişkin bireylerin yaş gruplarına göre sınıflandırılarak işyerlerinde, fabrikalarda, üniversitelerde, askerî birliklerde düzenli biçimde örgütlendiği otokratik rejimlere benzememektedir.
Buna karşın toplumumuzda askerlik eğitimi aynı zamanda bir toplumsallaştırma süreci olarak görülmekte, üniversite öğrencileri zorunlu dersler aracılığıyla benzer şekilde etkilenmeye çalışılmakta, her türlü törenden aynı amaçla yararlanmaya gayret edilmektedir. Burada sorun sadece bu uygulama değil, toplumsallaştırmada kullanılan söylemin de erken eğitim sürecinde kullanılanla çok az farklılık göstermesidir.
Siyaset bilimcileri tarafından gerçekleştirilen araştırmalar, ergenlere yönelik toplumsallaştırma girişimlerinin kişilerde bıkkınlık yarattığını, ciddiye alınmadığını ve büyük çoğunluk tarafından rejimin cezalandırmasından duyulan korku nedeniyle katlanılan siyasetler olarak görüldüklerini ortaya koymaktadır. Bu tür siyasetler beklenenin tam tersine bireylerin, çocukken içselleştirdikleri, benimsedikleri değerleri sorgulamalarına yol açmaktadır. Örneğin 12 Eylül Darbesi sonrasında tüm toplumu toplumsallaştırma amacıyla uygulanan siyasetlerin bu tür bir sorgulamaya yol açtığı kuşkusuzdur. Jacqueline Adams'ın Şili üzerine yaptığı araştırmanın da gösterdiği gibi bu tür aşırılıklar "tersine toplumsallaşma" diyebileceğimiz bir dönüşüme bile neden olabilmektedir.
Toplumsallaşma sınırları
Zikrettiğimiz araştırmalar ergenlere yönelik aşırı toplumsallaştırma gayretlerinin ve bunların otokratik yollarla icrasının, otokratik toplumların ideokrasiden logokrasiye evrilmesine de yardımcı olduğunu ortaya koymaktadır. Bireyler aşılanan kavram ve değerleri duydukları korku nedeniyle sürekli biçimde tekrar etmekte, ancak onlara inanmamakta ve onları içselleştirmemektedirler.
Bütün bunların ötesinde toplumsallaştırmanın doğal sınırları olduğu bir "nesli" tek tip değerlerle teçhizin imkânsız olduğu da unutulmamalıdır. Bu tür sınırlar olmasaydı II. Abdülhamid'in mekteplerde "diyanete azamî itinanın gösterilmesi"ni emreden çok sayıda iradesine karşın, Hayes'in deyimiyle "bir materyalizm nesli" doğmaz, Erken Cumhuriyet eğitiminden geçen herkes Kemalizmi savunur ve bugün Moskova'da "Yeni Sovyet İnsanı" dışında kimse yaşamazdı. Bu alanda zamanın ruhunun (Zeitgeist) da, bilhassa içinde yaşadığımız iletişim devrimi de göz önüne alınırsa, fazlasıyla etkili olduğu unutulmamalıdır.
Bunlar anlaşıldığında önümüzdeki sorunun "tektipleştirme" amaçlı toplumsallaştırmanın hangi değerler çerçevesinde yapılması değil, onun nasıl demokratik toplumlardakilere benzetilmesi olduğu da kolaylıkla görülecektir.