Sıklıkla tekrarlayarak kendimizi inandırdığımız klişelerden birisi de "boyun eğmekten başka bir şey bilmeyen Osmanlı diplomasisinin devletin çöküşünde ciddî bir rol oynadığı"dır. Bilhassa Sevres- Lausanne karşılaştırması üzerinden yapılarak içe kapanmacılığı savunmak için kullanılan bu yorum, içselleştirdiğimiz pek çok benzeri ifade gibi, gerçekliği yansıtmaktan bir hayli uzaktır. Osmanlı diplomasisi, Bonapart'ın Mısır Seferi'nin de kanıtladığı gibi bir Batılı büyük güce yalnız başına direnmesi mümkün olmayan, 1833 ve 1839'da iki kez bir eyaletinin valisi tarafından sona erdirilmenin eşiğine gelen bir devleti oksijen çadırında yaşatmaya muvaffak olmuştur.
Askerî güç bakımından, ikisi sınırdaşı, Düvel-i Muazzama ile rekabet etmesi mümkün olmayan, Adriyatik'ten Kızıldeniz'e ulaşan ve Karadeniz ile Basra Körfezini kapsayan bir sahil şeridini "gambot siyaseti"nin uygulandığı Donanma İmparatorlukları Çağı'nın önemli bir bölümünde savaş değeri bulunmayan bir donanmayla "koruyan" bir devlet, "strateji," "tarih" ve "kültür" unsurlarını ustalıkla kullanan dış siyaset yapımcıları tarafından bir asrı aşkın bir süre hayatta tutulmuştur.
Bu dış siyaset yapımcıları orta vâdeli hedeflerine ulaşma açısından oldukça başarılı olmuşlardır. Tanzimat dış siyaseti 1856'da Osmanlı Devleti'ni, Avrupa Dengesi'nin toprak bütünlüğü diğer güçlerin toplu garantisi altına alınan, eşit haklara sahip bir üyesi haline getirmiştir. Pek çok Avrupa siyasetçisinin imkânsız olarak gördüğü bu hedefe ulaşabilme amacıyla verilen iktisadî ve siyasî tavizler pek tabiî eleştirilebilir, ancak bu "dış siyaset yapımı"nın başarılı olduğu gerçeğini değiştirmez.
1875-78 Şark Buhranı sonrasında büyük darbe alan Osmanlı dış siyaset yapımı, daha sonra korunması artık imkânsız gibi görülen toprak bütünlüğünü, İmparatorluk periferisinde merkezle ilişkisi pamuk ipliğine bağlanmış (gerçekte fiilen bağımsız olmuş) sahalar dışında, Avrupa dengesinin boşluklarına sığınarak, otuz sene muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Diplomasi alanında en başarısız dönemlerden birisi olarak görülen İkinci Meşrutiyet Dönemi'nde dahi en önemli hedef olan "bir büyük devlet ile ittifak"ın 1914'te gerçekleştirildiği unutulmamalıdır.
Bu ittifakın, daha doğrusu uygulanmasının, yarattığı yıkıntı onun imzalandığı tarihte dış siyaset yapımı bakımından oldukça önemli bir "başarı" olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Georgetown Üniversitesi profesörlerinden Mustafa Aksakal'ın Harb-i Umumî Eşiğinde Osmanlı başlığı altında Türkçeye çevrilen önemli araştırması, sadece bu anlaşmanın, Ulrich Trumpener'in de evvelce belirtmiş olduğu gibi, Almanya'nın değil Osmanlı Devleti'nin ısrarlı baskıları sonucunda imzalandığını göstermekte kalmamakta, aynı zamanda onun, 1914 şartları göz önüne alındığında, önemli bir diplomatik başarı olduğunu ortaya koymaktadır.
Osmanlı dış siyaset yapımının Tanzimat sonrasındaki üç dönemine bakıldığında görülen şudur: Strateji, tarih ve kültür araçlarını kullanan Osmanlı Devleti askerî güçsüzlüğüne karşın dış siyaset hedeflerine ulaşmıştır. Bu yorum yapılırken bir devletin sadece diplomasiyle ayakta tutulmasının imkânsızlığının da altı çizilmelidir.
Askerî ve iktisadî destek alamayan diplomasinin manevra alanının darlığı, tabiatıyla, dış siyaset yapıcılarının en büyük sorunu olmuştur. Meselâ Balkan Harbi'nin en kritik aşamasında Alman Dışişleri Bakanı Alfred von Kiderlen- Waechter Osmanlı diplomatlarına "dostlarının yardım için Osmanlı ordusunın bir muvaffakiyetini beklediklerini" söylemiş, ancak arkasına bakmadan Çatalca'ya ricat eden asker bunu sağlayamamıştı.
Osmanlı Devleti'nin en büyük mirasçısı olan Türkiye uzun süre büyük uluslararası buhran dönemlerinden istifade ederek kendi lehine değişimler sağlama (Montreux ve Hatay) dışında, varlığını muhafaza etme amaçlı bir içe kapanma siyaseti izlemiştir. Osmanlı çöküşü sonrasında kurulan devletlerdeki Türk düşmanlığı vurgulu milliyetçilik ve hilâfetin kaldırılması zaten "tarih" ve "kültür" araçlarının kullanılmasını imkânsız hale getirmişti. Strateji ise pasif bir araç olarak istimâl ediliyordu.
Türkiye'yi II. Dünya Savaşı dışında tutan bu siyaset, yerini daha sonra "strateji"nin derinlikten yoksun biçimde kullanıldığı, sorunların ise ittifaklar üzerinden çözüldüğü Soğuk Savaş dönemi dış politika yapımına bırakmıştır. Bu çerçevede Türkiye gene "tarih" ve "kültür" araçlarını kullanmayan, Ortadoğu, İslâm coğrafyası ve Üçüncü Dünya ile "Batı"nın parçası olarak ilişki kuran bir ülke olmuştur.
Soğuk Savaş'ın bitimi sonrasında Türkiye uzun süredir ittifak ilişkileri üzerinden hallettiği "dış siyaset"i yeniden "tasarlama" zorunda kalmıştır. Daha sonra ise diplomasiyi önce el yordamı, akabinde de belirli bir kuramsal yaklaşım çerçevesinde, sadece "strateji" değil "tarih" ve "kültür" araçlarını da kullanarak yapmaya başlamıştır. Bu çerçevede coğrafya da bir asır önce Sir Halford Mackinder'in yaptığı türde bir analizle siyasetle eklemleştirilmeye çalışılmıştır.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik kitabında altını çizdiği "hedefsiz," "uzun vâdeli bir vizyona dayanmayan," "Sevres sendromu" ve iç sorunların yönlendirdiği türde bir dış siyaset yapımının yerini alan bu uygulama, basit bir Yeni Osmanlılık söylemiyle eleştirilmesi kolay olmayan, bir dönüşüme işaret etmektedir. Nitekim bu siyaset söz konusu söylemle açıklanamayacak Orta Asya ve Afrika benzeri bölgeleri de kapsamına almaktadır. Askerî gücü zayıf, ekonomisi yabancıların kontrolünde bir devleti yaşatmakta ciddî katkılar sağlayan bir siyaset yapımının, onun bu alanlarda güç kazanan mirasçısı tarafından, daha da derinleştirilerek, uygulanmasını savunmak zannedildiğinin aksine ideolojik dış politika değildir. Yeni Türkiye'nin dış siyaset vizyonunu eleştirmek, bunun hatalarını dile getirmek pek tabiî mümkündür. Ama bu yapılırken, Türkiye'nin "dış siyaset yapması"nın zorunlu olduğu unutulmamalıdır. Bu da Soğuk Savaş döneminin tersine orta ve uzun vâdeli vizyonlar gerektirmektedir. Dolayısıyla eleştiriler de ancak alternatif vizyonlar ortaya koyduklarında anlam kazanacaklardır.