Türk ulus-devletinin kurucu kadrosu "ilim havassın (seçkinlerin) dini, din avamın ilmidir" vecizesini İkinci Meşrutiyet Garbcıları'ndan miras almıştır. Dine Karl Marx'ın genellikle bağlamından çıkarılarak kullanılan "halkın afyonu" olduğu ifadesindekine (Hegel Felsefesi'nin Eleştirisi'nde yaptığı bu tespit öncesinde Marx "dinin ezilenlerin derin bir nefes alması, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuzluğun ruhu" olduğunu söylemiştir) benzer bir rol atfetmekle kalmayarak, ondan istifade edilmesi gerekliliğine işaret eden bu vecize Cumhuriyet ideolojisinin dine bakış açısı ve onun nasıl "ıslâh" edileceği alanındaki tezlerinin de özetidir.
Bu vecize bize aynı zamanda oluşumu lise öğrencilerine bilimci (scientist) tezler çerçevesinde, insanlardaki "korku ve ümit" duygularına bağlanarak anlatılan, modern gelişmeler çerçevesinde artık insanlığın ihtiyacı kalmadığı savunulan "din"de reform yapılması için neden önemli gayretler sergilendiğini de açıklar.
Resmî ideoloji bir yandan "bilim"i yönetici sınıf ve seçkinlerin "din"i haline getirirken, öte yandan da avamın "terbiyesi, eğitimi ve yönlendirilmesi" amacı ile dinin ıslâh edilmesi gerekliliğine işaret ediyordu. Camiye gitmeyen seçkinlerin, ibadetin nasıl yapılacağı, namaz kılmayan bürokratların ezanın hangi dilde okunacağıyla yakından ilgilenmelerinin paradoksal gibi gözüken nedeni de "avamın bilimini ıslâh" arzusundan başka bir şey değildi. Genel yayın siyasetleri fazlasıyla içselleştirilmiş bir "bilimcilik"i yansıtan gazete ve dergilerin okuyucularına "aydınlatıcı" dinî sahifeler vermeleri de bu istekten kaynaklanıyordu.
Diğer bir ifade ile "dinin" bilimsel yolla açıklanabileceğini varsayan seçkinler, onun ıslâhının avamın yararı için gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Erken Cumhuriyet'in dine "ıslâh" temelli yaklaşımının en önemli hususiyeti "dindarlığı" "avama" ait bir davranış biçimi olarak içselleştirmesidir. Buna karşılık seçkinlik ise bir inanç biçimi haline getirilen "bilim" ile ilişkilendirilmiştir. Bu anlamı ile bilim kendisine inananlara değişik bir kurtuluş sağlayan, onları farklı bir ahlâk ile teçhiz eden ve onlara "üstünlük" sağlayan bir din halini alıyordu.
Bu yaklaşımın entelektüel köklerinin Osmanlı ve Türk toplumlarında fazlasıyla etkili olan on dokuzuncu asır Alman bilimci ideolojisinden kaynaklandığı şüphesizdir. İlginç olan Ludwig Büchner başta olmak üzere bilimcilerin "eğitimli orta sınıfların yeni dini" haline getirmeye çalıştıkları modern bilimin erken Cumhuriyet Türkiyesi'nde "seçkinlerin" ideolojisi ve inanç sistemi haline gelmiş olmasıdır.
Bunun önemli bir sonucu Türkiye'nin Tek Parti döneminde, bireysel düzeyde bağdaştırma yapmaya çalışan istisnâlar bir kenara bırakılacak olursa, seçkinleri ve kitlesi ayrı inanç biçimlerine mensup bir toplum haline gelmesi olmuştur. Kendi inanç ve ahlâklarının üstünlüğüne inanan seçkinler, hurafelere inandığını düşündükleri avamı aydınlatmayı, onun inanç sisteminin modernlikle kaçınılmaz olduğunu düşündükleri çatışmasını asgarî düzeye indirmeyi önemli vazifelerinden biri olarak telâkki etmişlerdir.
Türk seçkinlerinin bu yaklaşımları iki temel varsayıma dayanmaktaydı. Bunlardan birincisi, on dokuzuncu asır düşüncesinin temel söylemi olan "dinlerin sonu" tezi idi. İnsanlık tarihini bir din-bilim çatışması olarak kavramsallaştıran bu yaygın kanaate göre on dokuzuncu asır bilimsel devrimi dinlerin sonunu getirmişti. Çok yakın gelecekte din toplumsallık özelliğini kaybederek tarih sahnesinden silinecek, geleceğin toplumunda ise "batıl inanç" kategorisinde ele alınacaktı. İkinci varsayım geri dönülmez bir çöküş sürecine girmiş olan dinler ve gelenekselliğin modernitenin beraberinde getirdiği büyük dönüşüme cevap veremeyecekleri idi. Bu bilimsel devrimle beraber dinlerin kaçınılmaz sonunu getirecekti.
Toplumumuzun yapısal sorunlarından bir tanesi, toplumun önemli bir bölümünün "din" ve "dindarlık"ı on dokuzuncu asır sonunun yaygın varsayımları çerçevesinde kavramsallaştırmakta olmasıdır. Bu kavramsallaştırmayı yapan bireylerin kendilerini "üstün" bir inanç sistemi olduğunu düşündükleri "bilim"le ilişkilendirmeleri ve kendilerine bu nedenle "seçkin" statüsü atfetmeleri ise sorunu daha da derinleştirmektedir.
İnsanlığın yirminci asır serüveni, evvelki asrın yaygın kabul gören her iki varsayımının da tersine bir gelişimi ortaya koymuştur. Dinler sona ermemiş, asır başı bireylerinin yaşamları sona ermeden görmeyi ümit ettikleri "bilimin insanlığın yeni dini" haline geldiği toplum ortaya çıkmamıştır. Beklenenin aksine modernliğe cevap vermelerinin imkânsız olduğu varsayılan dinler, gelenekle modernlik arasında ilginç bir te'lif yaratmışlardır.
Buna karşılık Türk resmî ideolojisi ile onu içselleştiren bireyler her iki varsayıma on dokuzuncu asır sonu bilimcilerine has bir inançla sarılmaya devam ederek "din" ve "dindarlık"a bu çerçevede yaklaşmışlardır. Bu açıdan bakıldığında, 1930'larda donan Türk resmî ideolojisinin modernliğe cevap verebilme yeteneğinin din ve geleneğinkine kıyasla oldukça geride kaldığını söyleyebilmek mümkündür.
Resmî ideolojinin kabul etmemekte direndiği bir diğer gelişme de dindarlığın "avama ait bir davranış biçimi" olduğu varsayımının günümüz toplumunda fazlasıyla anlamsızlaşmasıdır. Seçkinliğin, tek tip modernliği yansıtan yaşam tarzı üzerinden tarif edildiği, bahşedicisinin Tek Parti ve ideal tipinin "bürokrat," olduğu bir yapı içinde anlamlı olabilen bu kanaat, yirmi birinci asır başı Türk toplumunda bir altın çağ nostaljisinin dile getirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır.
Dünyada dinlerin yükselişine bağlı olarak zamanın ruhunun değişimi ile toplumumuzun ekonomik gelişme ve demokratikleşmesi siyasî seçkinler başta olmak üzere toplumsal elit içinde dindarlığı olağan bir hususiyet haline getirmiştir. Günümüz toplumları için oldukça doğal olan bu gerçeklikle kavga edilmemesi, bilime bir din olarak bağlanmanın kimseye toplumsal bir statü ve üstünlük kazandırmayacağının kabûlü Türkiye'yi rahatlatacaktır. Bu yeni toplumsal tasavvur ise şüphesiz dinin yukarıdan aşağıya ıslâhını amaçlayan "projelerin" ne denli anlamsız olduğunu ortaya koyacaktır.