Uzun yıllar boyunca varlığını inkâr ederek ve tartışılmasına izin vermeyerek halının altına süpürmeye çalıştığımız Kürt sorunu toplumumuzun en önemli meselesidir. Son günlerde yaşadığımız yürek dağlayıcı olayların bu sorun hakkında soğukkanlı tahliller yapmayı fazlasıyla zorlaştırdığı şüphesizdir. Ama böylesi analizlerin yapılması bugün belki daha da gerekli hale gelmiştir. Unutulmamalıdır ki, bu sorun temelde siyasî karakterdedir ve bu nedenle çözümü de ancak siyaset aracılığıyla gerçekleşebilir.
Bu tespiti yaptıktan sonra, söz konusu meselenin çevrenin otonomisini yıkarak merkezileşen çokuluslu bir imparatorluk, onun parçalanmasının Düvel-i Muazzama tarafından gerçekleştirilmesi ve yıkıntıları üzerinde yükselen ulus-devletlerin türdeş nüfuslar yaratma siyasetleri gibi farklı dinamiklerin ürünü olduğunu vurgulamak gerekir.
Dolayısıyla her ne kadar Cumhuriyet siyasetlerinin Kürt sorununun günümüzdeki şekline evrilmesindeki rolünü inkâr mümkün değilse de meselenin köklerinin ulus-devlet kuruluşundan bir hayli önceye gittiğini vurgulamakta yarar vardır. Kürt sorunu, adem-i merkeziyetçi bir çokuluslu imparatorlukta belirli muhtariyete sahip bir bölge ve unsurun statüsünün Tanzimat sonrası hız kazanan merkezileşmeden itibaren sürekli biçimde gerilemesinin ürünüdür.
Çok uluslu iki imparatorluğun 1918 yılında dağılması, farklı bir ideolojiyle yaşamını sürdürmeye muvaffak olan üçüncüsünün de yirmi yılı aşkın bir süre önce aynı âkıbetle karşılaşması, Orta Avrupa'dan Kafkasya'ya, Ortadoğu'dan Orta Asya'ya ulaşan bir alanda ulus-devletleşme sürecine yeni bir boyut kazandırırken, çok sayıda imparatorluk unsurunu da "etnik azınlık" statüsüne indirmiştir. Bu coğrafyada Transilvanya ve Bosna'dan Irak ve Çeçenistan'a ulaşan sorunlu alanlar, çokuluslu yapıların nihaî dağılımının henüz tamamlanamamış olmasının doğal sonuçlarıdır.
Sorun, bu bağlamda ele alındığında, kendine özgü olmaktan bir hayli uzak ve söz konusu coğrafyada sıklıkla rastlanan bir olgudur. Ancak bu özelliği onu halli kolay, olağan bir mesele haline getirmez. İmparatorluk çatısı altında yaşayan Kürt nüfusun 1918 sonrasında oluşan üç ulusdevlet tarafından paylaşılarak yeni sınırlarla birbirinden ayrılması, bunlara ek olarak geniş bir Kürt toplumunun İran'da varlığını sürdürmesi meseleyi daha da çetrefilleştirmiş ve onu uluslararası boyuta taşımıştır. İmparatorluk unsuru statüsünden fiilen "etnik azınlık" statüsüne gerileyen, hattâ bunun da ötesinde varlıkları inkâr edilen Kürtlerle merkez arasındaki mücadelenin, Bedirhan Bey isyanından beri temelde silahla yapılması ise meselenin diğer zeminlerde tartışılmasını güçleştirmiştir.
Tartışmanın farklı zeminlere taşınamamasının beraberinde getirdiği temel sorun "silahlı çözüm"ün yaşanan tüm acı tecrübelere karşın alternatif olarak görülebilmesidir. Bedirhan Bey isyanından günümüze kadar yaşanan çok sayıda ayaklanmanın askerî yöntemler kullanılarak bastırılması, yeni uygulamaların dayatılması sorunu çözememiş, sadece onun bir süre derin dondurucuya konulmasını sağlamıştır. Bir tedip ve tenkil operasyonu olarak oldukça "başarılı" olan Dersim Harekâtı meseleyi halledemediği gibi haklı mağduriyet duygularını da pekiştirmiştir.
Burada önemli olan meselenin silahlı mücadele/kalkışma bastırılması sarmalından çıkarılması ve siyasetin devreye girmesinin sağlanmasıdır. Bunun gerçekleştirilebilmesinin ne denli zor olduğunu 2009 yılında başlatılan "demokratik açılım" girişimi göstermiştir. Türk ve Kürt siyasetlerine egemen olan milliyetçi söylem, statü tartışmasının hep silahla yapılmış olması, ulus-devlet inşaı süreci ve sonrasında Kürtlerin var olmadığını savunan siyasetler izlenmesinin yarattığı mağduriyet, kültürel haklar ve her türlü adem-i merkeziyetçiliği "ayrılıkçılık" olarak gören toplumsal refleksler söz konusu "açılım"ın hızının bir hayli yavaş olması sonucunu doğurmuştur.
Hâlbuki tarihî misâller hızlı biçimde neticelendirilemeyen uzlaşma girişimlerinin başarısızlığa uğradığını göstermektedir. Meselâ 1993 Oslo Anlaşması sonrasında Filistinliler ile İsrail arasında siyasî bir çözüme ulaşılamamasının nedeni de ilkesel düzeyde bir uzlaşmayla başlayarak temel sorunların tartışmasını geleceğe bırakan sürecin yavaşlığıydı. Süreç uzadıkça ve temel hususların tartışılması ertelendikçe her iki taraf da karşılaştıkları baskılar sonucunda talep ve önerilerde değişiklik yapmışlardı. 2009 Demokratik Açılım girişiminde de benzer bir gelişme ile karşılaşılmıştır. Detaylara inmeyerek sadece ilke düzeyindeki bir kararlılığı dile getiren bu girişim sonrasında talep çıtası yükselmiştir.
Dolayısıyla muğlâk, taleplere gecikmeli cevaplar verebilen, bu nedenle de başarısız olan Osmanlı ıslâhat projelerini andıran reform programları yerine kapsayıcı, kararlı ve açık bir tedbirler manzumesi uygulamaya konulmalıdır. Bu yapılırken de bir kısım vatandaşımıza ayrıcalık bahşedilmediği, demokratik toplumlarda var olan hakların tanındığının vurgulanmasına özen gösterilmelidir.
Burada önemli bir diğer sorun muhatabın kimliğidir. Tek yönlü bir açılımın başarı şansı yok denecek kadar azdır. Tüm Kürt vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm (bu çözümün tüm Türkleri tatmin etmesinin imkânsızlığı gibi) mümkün değildir. Bununla beraber Kürt vatandaşlarımızın farklı tepkileri dile getirmelerine imkân verecek çoğulcu ortam mevcut değildir. Açıkça söylenmese de muhatap Kürt siyasetini kontrol eden teşkilâtlanmanın siyasî kanadıdır. Zannedilenin tersine bu alanda belirleyici olan örgütün toplumu temsil gücü değil, süreç içerisinde "toplum sözcüsü ve siyasî karar alıcısı" statüsü kazanmış olmasıdır.
Tıpkı maksimalist Daşnaktsutyun'u Ermeni toplumunun sözcüsü haline getiren Osmanlı siyasetleri gibi, zikrettiğimiz baskıcı uygulamalar da Ankara'yı Kürt toplumu içinde maksimalist taleplerle ortaya çıkan bir örgütle muhatap olma mecburiyetinde bırakmıştır. Bunun ne denli bir "sorun içinde sorun" olduğu açıktır. Ancak buna karşılık siyaset kanallarının açık tutulması için gayret gösterilmelidir.
Tüm bu söylenenlere karşın, "demokratik açılım"ın başarılı olabilmesinin temel şartı bir "beraberliğin" demokratik yollarla sürdürülmesine duyulacak inançtır. Bunu sadece açılımı yapan iradeden beklemek ise hakkaniyete sığmaz.