Sevgili okuyucular, bugün sizlerle son Pazar sohbetini yapacağız. Gazete yönetimi yazı günlerimi değiştirdi.
Bundan sonra Pazartesi, Salı, Cuma ve Cumartesi günleri yazacağım. Gündemden ayrılmadan artık 'Cumartesi Sohbetleri' yapacağız.
Efendim, hep yazıp çiziyoruz: Devlet yönetiminde çift başlılık olmaz. Devleti yönetenler, bir defa ipin ucunu ellerinden kaçırırlarsa kendilerini toparlamaları ve devletin hukukî düzenini sağlamaları çok zor olur. Devlette kargaşalık, ülkenin bütün vatandaşlarına zarar verir ve ülkenin gelişmesini aksatır. Türkiye'de özellikle 27 Mayıs kepazeliğinden beri devam eden Darbeler Dönemi'nde, yönetim, millet iradesine dayanan meşrû yasama ve yürütme organından totaliter zihniyette bir militer ve jüristokrat azınlığa kaptırılmış; devlet içinde illegal yapılanmalar ve antidemokratik odaklar ortaya çıkmıştır. Buna son dönemde çeşitli grupların devlet kurumları içinde kadrolaşması ilâve edilmiştir. Bu kadrolaşmanın siyasî bir koz olarak kullanılması kabul edilemez.
Gerçi Demirel'in Başbakanlığı döneminde de benzeri yapılanmalar devlet içinde bulunuyordu ama Demirel darbecilerle iyi geçinerek ve sıkışınca şapkasını alıp giderek vaziyeti idare ediyordu.(!) Yunus'un kastettiği mânâda söylemiyorum ama 'Süleyman var Süleyman'dan içeru' idi ve bu Süleyman, kendisine tevdi edilen millî iradeyi, devlet içindeki her türlü antidemokratik güçle paylaşmaya hazırdı.
Merhum Özal, devletteki darbe ve çete yapılanmasıyla sessiz sedasız mücadele etti ama istediği neticeye ulaşamadan şehit edildi.
Merhum Ecevit ise gladyonun sadece lafını etmekle yetindi. Başbakan Erdoğan, devlet içindeki darbe ve çete yapılanmasıyla açıkça mücadele etti; devleti ve devlet kurumlarını hukukî bir çizgiye getirmek için uğraştı. Lâkin, bu soruşturma ve yargılamada bulunanlar verilen yetkiyi hazmedemediler.
Yurt dışındaki Türkiye aleyhindeki odaklarla aynı paralele düşerek iktidarın ve özellikle Başbakan Erdoğan'ın yıpranması ve düşürülmesi için siyasî bir zamanlama ile 'yolsuzluk operasyonları' adı altında hukuka aykırı gözaltılara ve tutuklamalara giriştiler. Bununla da yetinmeyip Erdoğan'ın oğlu hakkında dedikodular çıkardılar. Bütün bu operasyonların hedefinde Erdoğan vardı.
Başbakan ve AK Parti'ye yönelik bu iddiaların arkasında sadece MİT ve dershaneler konusunda rövanşist bir politika izlenmesi olsaydı, bir dereceye kadar hoş görülebilirdi. Hiçbir şekilde işbirliği içinde olduklarını düşünmüyorum ama bu komplonun arkasında Neocon'ların, Evangelist'lerin, MOSSAD'ın ve Yahudi Lobisi'nin bulunduğu anlaşılıyordu.
Diğer taraftan, başta Türk ekonomisi olmak üzere Türkiye'ye ve insanımıza zarar veren bu komplo, en fazla CHP ve MHP muhalefetinin işine geliyordu. CHP lideri, siyasette görülmemiş bir üslûpla Türkiye'nin Başbakanı'na, 'Çete başı sensin, sen ne söylediysen oğlun onu yapmış' diye hakaret edebiliyordu. Bugün bir hukuk fakültesi öğrencisi dahi 'beyyine külfeti' (ispat yükü) müessesesini bilir. Yolsuzluk iddiasında bulunan, iddiasını ispatla mükelleftir.
Başbakan'ın son derece mazbut bir aile yapısı olduğu inkâr edilemez. Muhterem eşi, oğulları, kızları, damadı herkesin gözü önündedir. Şimdi, mertliği ve verdiği sözleri tutmasıyla tanınan bir Başbakan, 'Evlatlarımdan biri yolsuzluğa karışsın bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim' diyor. Ben Başbakan'ın bu sözüne inanıyor ve güveniyorum. Başbakan'a ve yakın çevresine çamur atarak yıpratmaya çalışanlar, bu oyunun ters teptiğini kısa zamanda göreceklerdir.