Diyarbakır'da büyük bir adım atıldı. On yıllardır "Kürt" lafını dahi yasaklayarak Türkiye'nin iç barışını tehlikeye atan, binlerce yaşamın yok olmasına neden olan anlayışın bittiği ilan edildi.
Üzerinde daha çok fazla yazı yazılacak, görüş serdedilecek olan bu girişim, "çözüm sürecinin" Türkiye'de toplum tarafından nasıl kabul gördüğünü, kamuoyunda nasıl köklü ve güçlü bir barış beklentisi olduğunu çok açık biçimde gösterdi. Diyarbakır'da ve tüm Türkiye'de televizyonlarının başında halk, "Kürt" sorununu da, tıpkı başörtüsü sorununu hallettiği gibi, sağduyusuyla çözmüş olduğunu ilan etti.
Doğal olarak bu denli önemli ve sembolik bir adımın, taraftarları gibi muarızları da olacaktı. Oldu da... Ancak "Kürt" kimliğinin varlığını kabul etmek, bugün malumu ilam etmek olsa da, buna etnik ve aşırı milliyetçi görüşlerle karşı çıkmak, ağır hakaretler içeren cümleler sarf etmek, toplumda ne denli kabul gören bir muhalefet olarak adlandırılabilir, yaklaşan seçim süreçlerinde anlayacağız.
Başbakan Erdoğan, hem Kürt kimliğine olması gereken saygıyı gösterir, hem de Türkiye'nin üniter cumhuriyet yapısının kırmızı çizgi olduğunu vurgularken, yıllardır AB içinde bize bu konularda yöneltilen eleştirileri de olabilecek en kapsamlı biçimde yanıtladı.
Çeşitli AB ülkelerinde, toplumların ve siyasi iktidarların, altmışlı ve yetmişli yıllarda değişik yöntemlerle aştıkları "kimlik" sorunu, Türkiye'de de artık geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş ve barış yoluna girmiş görünüyor. Toplumun gelişmesinde, toplumsal barışın, bölge kalkınmasının sağlanmasında en önemli engel olan bu sorunun halledilmesine emeği geçen tüm siyasetçi, düşünür ve sanatçıların, fikir önderlerinin ilerde hayırla anılacaklarına eminim.
Cumhurbaşkanlığı döneminde Jacques Chirac, Fransa'nın daima "aykırı" olarak bilinen, Kelt kökenli Brötonların yaşadığı Brötanya bölgesine gidip tarihi bir konuşma yapmış, Fransa ile Brötanya'nın buluşmasından bahsetmişti. Komplekslere, yaratılan yapay korku ve endişelere prim vermeyen bu anlayış, Fransa demokrasisinde nasıl önemli bir adım teşkil ettiyse, Diyarbakır açılımı Türkiye ve bölge için belki daha da büyük bir adım teşkil edecektir.
Balkanlar'dan Ortadoğu'ya, zor günler geçiren, kimi yerde canları için mücadele veren bölge ve ülke halklarının hamasete, tehdide değil, 21. yüzyıla yakışır barış ve işbirliği açılımlarına ihtiyacı var. Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünden bu yana, kalıcı bir huzur ve istikrar bulamamış bölge ve ülke halklarının, kimilerinin zannettiği gibi yeni bir "emperyal" güce, yeni bir imparatorluğa ihtiyaçları yok. Akıllarına bile getirdiklerini sanmak yanıltıcı olur. Ancak gene tüm halkların, ulusların, bölgeye istikrar, barış ve işbirliği perspektifleri açacak güçlü bir demokrasiye, yumuşak güce şiddetle ihtiyaç duydukları da başka bir gerçek.
Avrupa Birliği'nin temelinde yatan da çok benzer bir dinamik olmuştu. Her biri eski kara ya da sömürge imparatorluğu olan AB ülkeleri, bu dönemin sonsuza dek kapandığını anlayarak, "eşitler arası işbirliği" diyebileceğimiz AB sistemini kurarak kalıcı barışı tesis ettiler. Diyarbakır açılımı, aynı mantık ve yaklaşımdan kaynaklanan büyük bir adım oldu. Türkiye'yi AB'ye daha da yaklaştıracağından kimsenin şüphesi olmasın.