Türkiye'nin son yirmi yılı, "askeri vesayet" dediğimiz sistemden çıkma ve demokrasi mücadelesi olarak gelişti. Bu vesayetten anlaşılan, sadece Yüksek Askeri Şûra toplantıları, Genelkurmay'ın siyasi gelişmeler üzerine doğrudan yaptığı açıklamalar, Milli Güvenlik Kurulu'nun bir "gölge üst-hükümet" gibi çalışması türü unsurlarsa, onları aştığımızı söylemek doğru olur.
Oysa askeri vesayet anlayışı, sadece silahlı kuvvetlere bağlı kurumların siyasi ve sosyal yaşam üzerindeki etkileriyle sınırlı değil. 1960 ihtilâlı sonrası, silahlı kuvvetlerin siyasi hayatın merkezine oturması için çok ciddi bir sistem kuruldu. Üniversiteler, yargı, bürokrasinin önemli "kaleleri", bu anlayışla çalışan ve bu sistemi ayakta tutacak olan bir yaklaşımla düzenlendi.
Seçilmiş/atanmış ikileminin, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren "atanmışı" öne çıkaran anlayışı, 1961 Anayasası ile büyük ölçüde perçinlendi. Anayasanın açtığı yeni demokrasi alanları, bu yaklaşımın doğrultusunda oluştu. "Özgürlük alanı", büyük ölçüde "tanımlanmış ve tek yönlü özgürlük" olarak dayatıldı.
Bu yönlendirici sistem, gerçi demokratik tartışmanın gelişmesini engelleyemedi. Seçmen, serbest seçimlerde her oy verdiğinde, "devlet" kavramını temsil eden siyasi hareketlere değil, vesayete karşı olduğuna inandığı siyasi hareketlere yöneldi. CHP bile, 1973-1993 arasında, ancak "devlet" partisi olmadığına seçmeni inandırabildiği sürece yüksek oy alabildi.
Demokrasi arzusunun toplumda yükselmesi, vesayet sisteminin tepkilerini de beraberinde getirdi. İşlerin ekonomik ve sosyal anlamda iyi gittiği, siyasi istikrarın olduğu bir dönemde, Silahlı Kuvvetler kendi içindeki cunta hareketleriyle başa çıkamadığı için 12 Mart 1971 muhtırası ve takip eden garip vesayet dönemi yaşandı.
12 Mart sonrası da sistem tam anlamıyla oturamadığından, 1961 Anayasası özgürlük alanları bile bir vesayet rejimine çok geldiğinden, 12 Eylül müdahalesi hazırlandı. Adım adım uygulandı ve darbeden sonra tamamen merkeziyetçi, seçilmişlerin daimi bir kontrol altında tutulacağı, Cumhurbaşkanlığı'nın sembolik olmayıp yarı icra, yarı kontrol gibi bir konuma getirildiği çağdışı bir sistem oluşturuldu. YÖK, MGK, Yüksek Yargı, bürokrasi bu sistemin payandalarını oluşturacaktı. "Devlet" olarak hiçbir zaman güvenilmeyen özel sektör, medya, akademi, bu vesayet sisteminin önemli kurumlarından bağımsız çalışamayacaktı.
Bu sistem aşırı merkeziyetçi, tek yönlü, dogmalarından ödün vermeyen, serbest teşebbüse sınırlı yaşam hakkı tanıyan bir sistem olarak kurulmuştu. Büyük başarısızlıklara imza atarak çöktü. Artık vesayet rejiminin varlığından söz etmek mümkün değil. Ne var ki, altmış yılı aşkın hayatımıza egemen olan bu sistem, rakibini "düşman" olarak görüp onu yok etmek anlayışını topluma o denli yerleştirdi ki, "anlayış" değişikliği son derece sancılı geçiyor.
Mısır, bugün kendi vesayet sisteminden kurtulmak için verdiği mücadelenin daha başlangıcında, Türkiye'nin altmış yılda geldiği noktaya varmak için yeni yola çıktı. Benzer biçimde koşullanmış toplumların önemli bir bölümü, demokrasi için mücadeleyi, rakibini yok edeceği bir varoluş savaşı olarak görüyor. Demokrasinin, siyasi ve sosyal kayıpların ve kazançların en aza indirgendiği bir rejim olduğunu anlayana dek, toplumlar bu mücadeleyi değişik aşama ve oranlarda vermeyi sürdürecekler.