Yaşantımda ilk iktidar mücadelesine okul yıllarında rastladım. Beş kişilik bir öğrenci kulübü kurmaya çalışıyorduk, altıncı bir arkadaşımızı da davet ettik. Bizleri tanımak için bir toplantımıza geldi, kısa süren toplantıda "kulübe bir başkan seçelim" dendiğinde, bizimle çalışmak konusunda henüz karar vermemiş olan arkadaşımız "ben başkan olurum" diyerek hepimizi şaşkınlığa itmişti.
Çok yıllar sonra, çok üst düzey yöneticilerin bir araya geldiği bir dernek yönetim kurulunda, ilk kez yönetim kuruluna davet edilen bir aday üyenin başkanlık için kendisini önerdiğini ve yapılan oylamada tek oy alarak seçilemediğini görerek, bunun toplumsal bir rahatsızlık olduğunu düşünmeye başladım.
Macar tarihçi Jenö Szücs, AB sisteminden bahsederken, bunun köklü bir "istişare" kültüründen kaynaklandığını yazar. Szücs'e göre bu gelenek, orta çağlarda Batı Avrupa'da güçlü merkezi iktidar kalmamasından kaynaklanmaktadır. Küçük krallıklar ve derebeylikleri, birbirlerine üstün gelemedikleri için devamlı işbirliği, istişare ve koalisyon oluşturma mecburiyeti hissederler. Bu feodalite sistemi, Avrupa ülkelerinin AB'yi kurup işletebilmelerinde Szücs'e göre önemli rol oynayacaktır.
Bizim çok güçlü merkezi iktidar geleneğimizin bu "istişare" eksikliğini açıklayacak bir rolü olabilir mi? Türkiye'de geçmiş dönemlerde daima yapılan "siyasi kadroların yeterince değişmediği" eleştirisinin, aslında toplumun bütün katmanlarına sirayet ettiğini görüyoruz. AK Parti, bu döngüyü kırmak için, üç dönem kısıtlaması getirerek çok önemli bir adım attı. Öte yandan, oda başkanlıkları konusunda, neredeyse Ayan Meclisi üyeliği gibi kaydı hayat şartıyla başkanlık getiren sistemin değiştirilmemesi için nasıl bir savaş verildiği de gazete sayfalarında yer alıyor.
Sivil toplum örgütlenmesinin temelinde ve işleyişinde meşveret, karşılıklı saygı yatar. Bunun gerektirdiği diyalog, ancak zarifane bir üslup ile oluşabilir. Bugün, her düzeyde tüm tartışmalardaki seviye eksikliği, aslında çok daha ciddi bir anlayış çarpıklığından kaynaklanıyor.
AB uyumu çalışmalarında, Avrupa Komisyonu "sivil toplum örgütlenmesi" için tamamen ayrı bir destek sistemi kurmak istemişti, sonra finansal nedenlerle vazgeçildi. Çok da yazık oldu çünkü bu toplumun temel alışkanlığı makamı terk etmemek, başkan olmak ya da başkana yakın durmak, mümkünse de muhalefeti ya da muhalif olabilecek her faktörü görüldüğü yerde imha etmek üzerine biçimlendi. Bu artık sürdürülemiyor...
Demokrasi bir yaşam biçimidir. Türkiye'de anti-demokratik, otoriter rejimlerin hiçbir zaman bu toplum tarafından kabul edilmemiş olması, nedense temel bir veri olarak ortaya konmaz. Her darbede kapatılan siyasi örgütlerin, nasıl güçlenerek gene ayağa kalktıkları görmezden gelinir. Vesayetin sadece siyasette değil, her alanda kaldırılması, Türkiye'nin önünü açacak büyük bir zihniyet değişimine gerek duymaktadır. Bu konuyu gelecek yazılarımızda sıklıkla ele alacağız.