Suriye'de her geçen saat yeni endişelerin oluştuğu bu günlerde, giderek daha fazla Türkiye'nin dış siyasetteki açılımları tartışılıyor. Bu tartışmalar yeni değil, ancak bölgede Arap uyanışının yarattığı karmaşa ortamı, dış siyaseti giderek daha fazla sorgulanır hale getiriyor.
Genel olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, 1991 Körfez savaşına dek, içe dönük bir dış siyaset izlemeyi tercih etti. Son derece zayıf bir ekonomi, savaşlarda perişan olmuş ve çok şeyini yitirmiş bir toplum, sorunlu bir dış konjonktür devralan Türkiye Cumhuriyeti'nin başka türlü davranması da beklenemezdi. Balkan Paktı, Sadabad Paktı gibi anlaşmalar yaparak çok yönlü bir dış politika oluşturmayı denedi. Ne var ki, siyasi istikrarsızlığı ve ithal ikamesine dönük ekonomik yapısı, Türkiye'nin bölgesinde ciddi bir istikrar ve çekim unsuru olmasına izin vermedi.
Kurulduğundan itibaren Batı Avrupa hukuku ve kurumlarıyla bütünleşmeyi hedeflemiş olan Türkiye Cumhuriyeti, Soğuk Savaş döneminde bu geleneğini sürdürerek Batı dünyasının, ABD ve NATO'nun müttefiki oldu. AB oluşumunun en başından beri parçası olmak için çaba gösterdi. Bu çabaları da, hukuki düzeyde Ankara anlaşması gibi önemli kazanımlar elde etmesini sağladı.
Türkiye, gerek olanakları ve gücü açısından, gerek siyasete hâkim olan "dış düşmanlarla çevrili olma" anlayışının etkisiyle, son derece tepkisel, sorunların üstüne gitmemeyi hedefleyen bir dış siyaset üretti. Son on yılda ise, büyüyen ekonomi ve yakalanan siyasi istikrar, bu yaklaşımı değiştirdi. Türkiye'de önemli ölçülerde özgüven oluştu ve bölge için ciddi bir "yumuşak güç" olma yolunda kısa zamanda önemli mesafeler alındı.
"Sıfır sorun"un anlamı "
Sıfır sorun" diye tanımlanan yeni Türk dış politikası, esasen tüm sorunları bir anda halletmeyi hedeflemiyor. Var olan sorunların üzerine gitme ve çözüm üretme isteğini yansıtan bir yaklaşım... Bunun sıklıkla eleştirilen yönü, Türkiye'nin giderek daha fazla ülkeyle ilişki kurması ve bu ülkelerin anti-demokratik yapıları yüzünden ilişkilerin genelde "hüsranla" sonuçlanması oldu. Geçmişte olduğu gibi gündemin ardında koşan ve tepki veren bir dış politika yerine, inisiyatif alan ve gündem oluşturan bir politika benimsenmiş olması üzerinde pek durulmadı.
Üstlenmek durumunda olduğumuz "bölgeye istikrar ihraç etme" rolü, bugün dış politikamız açısından bizi "diplomatik inisiyatif alma sorumluluğu olan" ülkeler arasına sokmuş bulunuyor. Türkiye'nin çevresinde gelişen olaylara tarafsız kalmak gibi bir alternatifi yok, çünkü genellikle bölge halklarının Türkiye ile ilişki kurarak demokratik bir sürece girmek dışında başka şansları yok.
Bu her defasında başarılı sonuç alacak bir yöntem olabilir mi? Diğer gelişmiş ülkelerin, ABD, İngiltere, Fransa gibi güçlerin, Avrupa Birliği'nin dış siyasette attıkları adımlara bakarsak, muhtemelen her on girişimden ancak biri kalıcı çözüm üretebilmektedir. Ancak bu bir başarısızlık değil, sistemin doğal çalışmasıdır. Türkiye de bu sistemde, sonuç vermemiş gibi görünen bir dizi açılım yaptıktan sonra hedefine ulaşacaktır.
Gözetilmesi gereken temel husus, devletlerle halkları karıştırmamaktır. Bir ülkenin halkı kalıcı, iktidarı geçicidir. Demokratik olmayan iktidarlarla mecburen kurduğunuz ilişkiler, Suriye örneğinde olduğu gibi felaketle sonuçlansa bile, tutarlı ve ilkeli davrandığınız sürece, uzattığınız eli, o ülkenin dizleri üstünde doğrulan halkı bir gün tutacaktır.