İzmir Büyükşehir Belediyesi operasyonlarının ardından hazırlanan; 'çete kurmak ve çete üyesi olmak' suçlamasıyla, çok sayıda kişi için yüzlerce yıl hapis cezası istenen iddianameyi okudum. Gazetecinin görevi, yargı sürecinde 'hakim' ya da 'avukat' rolüne soyunarak, her iki cephe üzerinden 'manipülasyona' uğrayan görüntü vermek değil. Ama gazeteci, okuduğu metin ve toplumun tanıklık yaptığı süreçle ilgili izlenimini aktarıp, hukukun üstünlüğü ilkesini zedelemeden yorum yaparak vicdanının sesini okuruna aktarabilir.
Bu gazetecinin her yurttaş gibi doğal hakkı. Bu nedenle, konuyla ilgili kesin yargıya varmadan, sağduyulu değerlendirme yapmaya çalışacağız.
İddianamede, bir örgütün ya da çetenin varlığından sözediliyor. Bu çete ya da örgüt; nasıl bir araya gelmiş, ilk kez ne zaman oluşmuş, çıkar temin etmek amacı ile hangi eylemleri yapmış; hangi menfaatleri, ne zaman, nasıl elde etmiş? Aldığı, verdiği rüşvet var mı? Kime vermiş, kimden almış?
Eğer bu soruların, hukuki zemini yoksa çetenin varlığı kamu vicdanında tanımsız kalıyor.
Çete ya da örgütün organizasyon yapısı, 'yerel yönetimin yukarıdan aşağıya resmi örgütlenme' şemasıyla aynı. Bu mantıkla, bütün belediyeleri rahatlıkla çete ilan edebilirsiniz. Yani 'çete varlığı' sorgulanır konuma geliyor. Eğer bir örgütün varlığına dikkat çekiyorsanız, örgütün resmi şeması, yerel yönetimin resmi şemasıyla aynı ise soru işareti oluşuyor.
Elbette iddianameyi dikkatli okuduğunuzda; usul yönünden yapılan çok sayıda hataya, eksikliğe, yargı süreçlerine özne olabilecek, ciddi sorunlara tanıklık yapıyorsunuz. İhale yasasına uymayan, hatta 'niyet ya da amaç öyle olmasa da' eksiklikler nedeniyle 'ihaleye fesat karıştırmak' olarak yorumlanabilecek tablolar var. Görevler yerine getirilirken 'keyfiyet' var.
ÖRGÜTLÜ CEBİR VE TEHDİT ŞARTI
Kamusal alanda 'kamu zararı'na yol açtığı iddiasını yansıtabilecek, bir Sayıştay denetimi sonucunda, 'görevi ihmal' olarak yorumlanabilecek zemin var.
(Ayrıca iddianamede, -suç unsuru taşımayan-; sıradan sayılabilecek bir iş yapılırken bile; yine aynı belediyede en yetkili insanların, sürekli o işe işgüzarca müdahalesiyle ortaya çıkan, tuhaf bir basiretsizlik tablosuna da, çok tanık oluyorsunuz.)
Ama bu yaklaşımların tümü, davayı ağır çete görünümüyle sunmak için çok yetersiz gibi.
Her türlü 'dinleme' yapılmış. Çıkar elde edildiğine, hele topluca menfaat sağlandığına dair, hiçbir veri yok. Hiçbir somut delil ya da telefon konuşması yok. Çete kurulması için ilgili yasada işaret edilen, (bir ihale sürecinde isteği olmamış kişinin iddiası dışında) ciddi 'cebir ve tehdit' yöntemleri de bulunmuyor. (Çünkü çete için, örgütlü cebir ve tehdit gerekiyor.)
Bu nedenle, bu davanın sınırlarının belki 'özel yetkili mahkemelerden' çıkarak, genel mahkemelere taşınması doğru gibi. Eğer bu dava, çete suçlamasının dışında genel mahkemelerde görülseydi, belki en fazla bir iki kişi dışında, tutuklu insanların tümü dışarıda olur, sadece dava sürerdi. Dava bitiminde ortaya amaç öyle olmasa da, 'kamuyu zarara uğratma' sonuçları çıkarsa, bunun hukuk karşılığı uygulanırdı.
ASIL KONUŞULMASI GEREKEN
Yukarıdaki nedenlerle, 'örneğin tek bir bilirkişi imzası ile gerçekleşen ek rapor neticesi tutuklama' başta olmak üzere, çok sayıda insanın hapishanede bulunması, kamu vicdanını derinden kanatıyor.
Tutukluluk, erken cezaya dönüşmeden, bu insanların serbest kalmasını diliyoruz.
Belki bu süreçte, hukukçuların konuşması gereken, özellikle 250. madde ve artık varlığı hukuken çok tartışmalı hale gelen 'özel yetkili mahkeme'lerdir. Bu anlayışı masaya yatırmak gerekir.
Bu da Türkiye'nin genel siyasi zemininde, parlamentoda çözülebilecek sorun.
VİCDANİ BİR BORÇ
Davayla ilgili bir başka yönü de, vicdanıma dayanarak yazmak zorundayım.
Bu davayı 'siyasi' noktaya taşımak, sürekli bu yönde yorumlar yapmak da haksızlık. Çünkü bu süreç, iddianamede net görüldüğü üzere, işten çıkarılan bir Büyükşehir çalışanının ihbarıyla başlamış. Zaten en çok sorgulanacak olan da seçim süreci ve bu çalışanın iddialarıdır.
Sonrasında davanın gelişme seyrini ise yine Büyükşehir'in kendi içindeki yönetim-kadro çatışmaları, 'örgütün ikinci adamı olarak suçlanan' ve tutuksuz yargılanan kişinin, ihbar niteliği taşıyan suçlayıcı demeçleri belirlemiştir.
Hal böyleyken, hala bu davada, siyasetin yargıyı yönlendirdiğini savunmak, dürüst tutum değil. Bunun yerine hukuki başlıklar üzerinde çalışmak, 'bilmiyorum' karşıtı bilinçli savunma yapmak, sorumluluk üstlenmek, ciddi eksiklikleri görerek iyi niyet değerlendirmesini kapsayacak şekilde, yeni hukuki açılımlar ortaya koymak gerekir. Bu gereklilik günahsız yere hapishanelerde yatan insanların masumiyeti adına da, vicdani bir borçtur.