Bazen 'başkalarını anlamak', 'anlayışlı olmak' konusunda, çok fakirizdir. Çünkü hepimiz önce kendimizin anlaşılmasını isteriz. Bu algı belki de insan doğasının parçası.
Bir zamanların ünlü yazarı Bernard Shaw ise yaratıcı ironisiyle, insanlığı mırıltılı bir gülümseyişin eşiğine bırakmıştır 'anlayışlı olmak' konusunda:
"Bana karşı anlayışlı davranan tek kişi terzimdi.
Her gördüğünde yeniden alırdı ölçülerimi.
Onun dışında herkes, önceki ölçülerin bana uyacağını sandı."
***
'Anlayışlı olmak' ile
'anlamak' arasında, dipsiz bir bağ vardır.
Çünkü
'anlamayan, anlayışlı olamayacağı' gibi;
'anlayışlı olamayan da, anlamakta' zorlanır. Nazım Hikmet ustanın dediği budur:
"Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar,
Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
Anlamak sevgilim, o müthiş bir bahtiyarlıktır,
Anlamak gideni ve gelmekte olanı."
***
Bazen de
'anlamak ve anlayışlı olmak'; derinden sezmek, hissetmek, bilmek, görmek, öğrenmek, gayret etmek ile ilgilidir.
Mesnevi'de geçen
'fil hikayesi' ünlüdür.
Kurgu hikayede, bir grup Hintli'ye hayatlarında ilk kez, karanlık bir ahırda fil gösterirler.
Ama ahır o kadar kör karanlıktır ki, hayvanı gözle görmek imkansızdır.
Birisinin eline filin kulağı geçer, "
Fil bir oluğa benzer" der.
Başka birisinin eline filin ayağı geçer,
"Fil bir direğe benzer" der.
Bir başkası filin sırtına dokunur
,"Fil bir taht gibidir" der.
***
Hikayenin anlatımı sürerken, araya ışıltılı
Mevlana sözcükleri karışır. Bir yerde denir ki:
"Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki!
Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz hareketlendirir.
Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun."
Sonra da eklenir;
"Biz, gemilere benziyoruz. Aynı denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz." diye... İnsan, Mesnevi'deki bu hikaye gibidir. Aynı okyanusta birbirinin aynı olup, bunu fark etmeyen, birbirine sürekli çarpıp duran gemiler gibi...
***
'Işık Doğu'dan gelir" lafı boşuna değil.
Doğu, Batı'dan daha iyi anlamıştır insanın özünü. Örneğin kadim Doğu'nun kendisine ait aydınlık gizeminde, felsefesinin doğasında, hep bir
'karma' anlayışı vardır.
'Karma' sözcüğüne,
'evrensel bir yasa' olarak bakan insanlar, inandıkları bu kozmik yasanın gereğine göre davranırlar. Bu
'yasanın özü'; bizim bir atasözümüzde iyi özetlenir aslında:
"Ne ekersen, onu biçersin.
" Yani eskilerin deyimiyle, iyilik yapan iyilik, kötülük yapan kötülük bulur, hep sonrasında.
***
Aslında Doğu felsefesine,
'karma' olarak yerleşen sözcük, Sanskrit dilinde
'yapmak, eylemek, bir fiilde bulunmak' sözcüğünden türemiş.
Karma, bir yanıyla hem fiziksel, hem de zihinsel olarak her türlü eylemimizin sonuçlarını, bir şekilde alacağımızı öğretmeye çalışır bize. Yani
'karma'; belki de
'sebep' 'sonuç'; 'etki' 'tepki' ilişkisinin, müthiş diyalektiğidir, en yalın anlamıyla. Hani demiştik ya;
'anlamak' ile
'anlayışlı olmak' arasında dipsiz bir bağ vardır, diye. İnsan anlamadan gerçekten, nasıl anlayışlı olabilir? Hem eğer aklımızın, mantığımızın, yüz binlerce penceresi, binlerce gözü varsa da; kalbimizin gözü her zaman tektir.
Bu nedenle belki de insanın kalbi, içine çok zor girilen, derinine inmekte güçlük çekilen, anlaşıldığında ise kıyısında büyük bir sevgiyle dolaşılan; ışıklı, denizli bir
şölen sofrası gibidir. Anlayana, anlaşılana, anlayışlı olana, anlatana...