Çok eski bir Yunan söylencesi şair Orfeus'u anlatır. Aynı zamanda bir müzisyen olan Orfeus, söylenceye göre bitkilerden yırtıcı hayvanlara kadar yaşayan tüm canlıları, müziğinin ve şiirinin etkisi altına alırmış. Yani Orfeus, şiir söylediğinde ya da sitar çalarak müzik yaptığında, tüm çevresi büyülenir, yırtıcı hayvanlar bile sessizleşerek durdukları yere çakılırlarmış.
Böyle bir yaşam serüveni akarken, şairin karısı Eurydike bir yılan tarafından ısırılarak ölmüş. Şairin bütün sesleri bir anda susmuş.
***
Yine mitolojideki anlatıma göre, şair karısını kurtarmak için yer altına
'ölüler dünyasına' inmiş. Burada şarkı söyleyerek, şiir okuyarak, sitar çalarak, ölüm tanrılarını kandırmış.
Sonunda tanrılardan karısını yeniden hayata döndürme iznini almış.
Ama dönüş yolunda, onun hep önünde yürümek, onunla hiç konuşmamak, ona asla dönüp bakmamak koşuluyla. Çünkü bakarsa karısı yeniden ölecekmiş.
Şaire önce kolay gelmiş bu koşul. Ama aynı şair, dönüş yolunda, dayanamayıp merakla arkasına dönüp bakmış. Ve kesin olarak yitirmiş Eurydike'yi.
***
Geçtiğimiz günlerde
"Şiir Nedir?" başlıklı Fransız bir yazarın kitabında okurken karşılaştım bu efsane ile. Sonra yeniden düşündüm.
Bir zamanlar belki teknoloji yokmuş; ama sanat, hayat, efsane; insanlığın ruhsallığında, düşlerinde, tanrıları bile şiirle kandıran şairler yaratarak yola devam edermiş, sıradanlığa karşı.
Düşle şiirin.
Şiirle aşkın. Özgürlük ile efsanelerin birlikte kucaklaştığı ne çok zengin günler yaşamış, insanlık geçmişte. Biz ise şimdilerde değerli olan her şeyi, sürekli sıradanlaştırdığımız için, sıradan olanın tadlarını bile unutur olduk sanki.
***
En önemli gelişmeler bile gündelik hayatta iyice
sıradanlaştığından, kendi gerçeğimize yabancılaşmamız da normalleşiyor. Bu durumda "en iyisi önemli olan her şeye uzak durmak" diyor insan kendi kendisine. Mesela, küçük ve önemsiz gibi görülen şeyler üzerine düşünmek. Soruyor insan; "gerçek anlamda sıradan şeyler, önemli olup da bizim sıradanlaştırdığımız şeylerden daha mı değersiz?" diye. Ve bırakıyorsunuz kendinizi sonuçta, gündelik hayatın akışına. Sonuçta nasıl olsa unutmuyor muyuz çok kısa sürede her şeyi.
***
Bu kez de fıkradaki gibi oluyor.
Hani Nasreddin Hoca'ya gelip:
-Hırsızı gördük, demişler; senin kunduralarını çalıp götürüyordu.
Hoca, ayaklarına bakmış:
-Çok şükür demiş, ayaklarım yerinde.
Çoğumuz 'çok şükür' diyoruz, hiç olmazsa
'algımız yerinde'
***
Ya da bir başka Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi.
Hani Nasreddin Hoca'nın eşeği kaybolmuş.
-Bulana iki eşek, demiş.
-Bir eşeği bulana iki eşek verilir mi hiç, demişler.
-Siz bilmezsiniz, diye yanıtlamış;
yitirilen bir şeyi bulmanın zevki gibi yoktur.
Gerçekten de yitirilen bir şeyi bulmanın tadı bambaşka. İyi pazarlar efendim.