Hayatımız sanki şair Özdemir Asaf'ın dediği gibi: "Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler." Bilmem ki bizler de aynı hızla kirlenen bütün renkler arasında, hala kendi "beyazımızı mı" arıyoruz! Bana hep öyle geliyor. Elimizi nereye atsak, kirlenen renklerin ortasındayız.
Renklerin yansımasında da, her şey bir yılan hikayesi gibi.
***
Bilir misiniz?
Türkçe'deki "yılan hikayesi" sözcüklerinin kökleri, Evliya Çelebi'ye dayanırmış...
Evliya Çelebi'nin tabiriymiş; "yılan hikayesi"
Evliye Çelebi, meğer öyle bir söz söylemiş ki, bugünün Türkiye'sinde bile, her şey aslında tam olarak bir "yılan hikayesi" gibi değil mi?
***
Son Asur Kralı Asurbanıpal'ın kütüphanesinde bulunan, çok eski bir Sümer yazıtında da, yılanla-kartal arasında geçen bir efsane aktarılıyormuş.
Bu efsanede de galiba Evliya Çelebi'nin "yılan hikayesi"sine denk düşecek bir anlatım hakim:
Kuş, komşusu yılana "Gel" demiş:
"Barış ve dostluk yemini edelim ve ona uymayanın üstüne Güneş tanrı Samaş'ın laneti yağsın."
***
Sonrası da özetle:
Her ikisi de Güneş tanrısının huzurunda yemin etmişler. Ve ardından yeminlerini lanetle mühürlemişler.
Sonra her ikisinin de yavruları olmuş.
***
Yılanın yavrusu bir karaağaç gölgesinde doğmuş. Kuşun yavrusu ise bir dağ doruğunda. Bu arada barış içindeki yaşamları sürüyormuş. Barışın şekli de anlaşmaya uygunmuş.
***
Örneğin kuş yabani bir boğayı ya da başka bir hayvanı yakaladığında, yılan bundan yiyormuş, yavruları da besleniyormuş.
Yılan ise yabani bir keçi ya da bir antilop yakaladığında, bu kez kartal ve yavruları o avdan besleniyormuş. Sonra bu barış ne kadar uzun sürmüş bilmiyoruz. Bir gün kartal bozmuş barışı ya da yılan. Belki de çok uzun süre yaşandığı için bu hikaye, asırlar sonrasında bile bu durum "yılan hikayesi" diye miras kalmış dilimize.
***
Bir Çin ata sözünde denmiş ki:
"Bana anlatırsanız unuturum,
Bana gösterirseniz hatırlarım,
Beni dahil ederseniz anlarım."
***
Dahil oluyor muyuz, anlamak ve anlaşılmak için.
Oysa gerçeği bile kirletmeyi başarıyorlar günümüzde. Ayrıca herkes sadece kendi penceresinden bakıyor kendi gerçeğine. Yine bir Çin atasözünün hatırlattığı gibi, ancak kuyunun çeperi kadardır kuyudaki bir kurbağa için gökyüzünün kendisi. Halk neye, ne zaman, neresinden dahil olacak bakalım, kim bilir? Anlaşılmazlığa da dahil edilen, bunca söz kirliliğine.
***
Aslında her zaman sözün kısası iyi. Sahici. İnandırıcı. Bir zamanlar Anadolu'nun bağrında büyüyen Yunus Emre, şiirler okuyarak, ilahiler söyleyerek öyle bir üne ermiş, öylesine güzel sözler etmiş ki; büyüğü, çağının gözdesi Mevlana Celaleddin Rumi bile onun için:
-Nereye vardıysam, onun izlerini önümde gördüm, demiş.
Yunus Emre ise Mevlana'nın hayranı imiş doğal olarak.
***
Mevlana'yı "gönlümüzün dev aynası" diye tanımlarmış yaşadığı çağda Yunus...
Yunus, Mevlana'ya ve yazdığı Mesnevi'ye; o büyük hayranlığını belirtirken:
-Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam;
"Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm." derdim, olur biterdi; diye takıldığı da söylenir.
***
Renklerden çok önce insan, sonra da sözcükler kirlendi sanki günümüzde...
"Beyaz"a karşı durmadan büyüyen tutkumuz da, sadece bundandır galiba...