Sanmayın ki basın çalışanları ile basın patronları arasında sağlıksız ilişkilerin yaşandığı tek ülke Türkiye'dir.
Dünya ölçeğinde servete ve şöhrete sahip Rupert Murdoch İngiltere'de Times ve The Sunday Times'ı satın aldığında, bu gazetelerin genel yayın yönetmeni Harold Evans'dı.
Kişilik sahibi, deneyimli ve atak bir gazeteciydi Harold Evans... Ben IPI (Uluslararası Basın Enstitüsü) Yönetim Kurulu üyesiyken onu yakından tanımıştım.
Murdoch gazetelerin yayınlarına o kadar çok müdahale etti ki, Harold Evans sadece bu gruptan istifa etmekle kalmadı, İngiliz vatandaşlığını da terk edip Amerika'ya yerleşti.
Murdoch bu gazeteleri 1981'de Kanadalı Thompson ailesinden satın almıştı.
Gazetenin daha önceki sahipleri olan Astor ailesinin, İngiliz İşçi Partisi iktidarını "Komünist" olarak gördükleri için 2'nci Dünya savaşı kahramanı mareşal Montgomery'nin adının da karıştığı bir askeri darbe planladığı öğrenilmişti. Bu gazeteler 1966'da Thompson'a satılmıştı.
Maxwell olayı
Bir diğer İngiliz basın kralı olan Daily Mirror'un da sahibi Robert Maxwell çalışanlarına kan kusturan bir patrondu.
Herkesin sabah 9'da işbaşı yapmalarını isterdi. Bütün çalışanlarını gizlice dinlettiği ölümünden sonra anlaşılmıştı.
Bir gün saat 10'da binaya girip asansöre binerken, bir genç adam koşarak asansöre girmiş. Maxwell önce saatine bakmış ve sonra bu gence "Maaşın ne kadar" diye sormuş. Genç adam maaşını söyleyince Maxwell cebinden çek defterini çıkartıp, adamın aylığının 12 katı tutarındaki rakamı yazmış. Adama çeki vermiş, "Bir daha seni bu binada görmek istemiyorum" demiş. Genç adam da çeki almış ve bir katta duran asansörde çıkarken "Bir daha beni görmeyeceksiniz, çünkü ben burada çalışmıyorum" diye cevap vermiş.
Meğer çok zenginmişiz
Maxwell 1991'de Atlantik'te seyreden lüks yatından denize düşerek boğuldu.
Çalışanlarının sigorta fonlarını bile harcadığı anlaşıldı daha sonra.
Davos'taki bir kapalı oturumda Washington Post'un müteveffa patroniçesi Katherine Graham'ın (1907-2001) konuşmak isteyen Maxwell'i "Sen gazeteci değilsin" diyerek azarladığına tanık olmuştum.
Bu Katherine Graham'ın kızı Lale Weymouth'a 28 Şubat post-modern darbesi öncesinde Sabah'ın İkitelli'deki binasını gezdiriyordum. Kapalı yüzme havuzunu görünce şaşırmış ve "Biz Washington Post'ta kahve paralarını bile hesap ederiz, siz ne kadar zenginsiniz" demişti.
Bizim basındaki patron-çalışan ve patron- köşe yazarı ilişkilerinin bu anlattığım gazetelerdekinden farkı, galiba bizlerin egolarımızın o meslektaşlarımızdan daha şişkin olmasıdır.
Gülerce'nin gözlemleri
Biz kendimizi zaman zaman başbakanlara ve parti liderlerine rakip görürüz.
Devletle çıkar ilişkileri bulunan patronların verdiği maaşla ve köşelerle bir siyasi partiymiş gibi siyaset yapabileceğimizi zannederiz.
Dünkü Zaman'da sevgili Hüseyin Gülerce ne güzel yazmıştı: "
- Demokrasilerde şunlar yoktur:
Hükümetler ülkeyi yönetir, gazeteciler ve yazarlar da hükümeti yönetir... Bazı köşe yazarları, her şeyin en doğrusunu bilir, başbakanlar onları dinlerse iyidirler, onları kale almazlarsa muhtar bile olamazlar, cahildirler, kötüdürler..."
- Köşe yazarları şunları da yapmamalıdır: Yıllarca yüksek ücretler aldıkları halde seslerini çıkarmayıp, sonra etkisiz kaldıklarını gördüklerinde patronlarını aşağılayıcı, karalayıcı, suçlayıcı yazılar yazıp kendilerine yol verilmesinin zeminini hazırlamamalıdır.
Sonra da bunu 'Türkiye'de basın özgürlüğü bitti' diye yabancılara jurnallememelidir..."