Kabul edin ki insanı heyecanlandırdığı kadar şaşırtan gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz.
Atatürk bizi Osmanlı'dan Cumhuriyet'e taşırken de, İsmet İnönü Tek Parti'den çok partili demokrasiye geçiş kararını verirken de yaşamıştık böyle dönemleri...
Turgut Özal, devletçilikten serbest pazara geçişimizi gerçekleştirirken de, heyecanlanmamış mıydık?
Bütün mesele günlük hayatımızı yaşarken, ülkedeki ve dünyadaki büyük değişimlerin ve dönüşümün de farkında olmaya bağlı galiba.
Bazılarının
"Resmi İdeoloji" olarak nitelediği Cumhuriyetimizin ilk dönem siyasal felsefesi, bir anlamda yurt ve dünya gerçeklerinin görmezden gelinmesine dayalı değil miydi?
Resmi söylemlere bakarsanız yurdu demir ağlarla ördük, sınıfsız kaynaşmış bir ulus yarattık, endüstrileştik... Bir Türk'ün dünyaya bedel olduğuna inandık...
Evrensel ideolojilerin sadece totaliter yöntemlerini aldık... İslam inancına sahip bütün vatandaşlarımızın Türk olduklarını düşündük. Aynı anda İslam inancı ile devlet egemenliğinin karşıt olgular olduğunu da düşünmedik mi?
Yeniden yapılanma
İçinde bulunduğumuz yeni dönem dünya ve yurt gerçeklerinin anlaşılmaya çalışıldığı ve bu gerçeklere dayalı olarak toplumun ve devletin kaçınılmaz biçimde yeniden yapılanma sürecine girdiği bir süreci içeriyor.
Bu yeniden yapılanma konusunda uzun vadeli deneyimlerimiz var. Ama yakın tarihte bu değişim sürecini çoğu ülke bizden daha yoğun yaşadı. Son Dünya Savaşı ertesinde Avrupalıların yaşadıklarını ve Sovyetler Birliği'nin çöküp dağılması ertesinde yaşanan olayları bir hatırlayın...
Şimdi bizler de evrensel ölçüdeki değişim süreci içindeyiz.
"Kürt Realitesi"nin devlet ve siyaset tarafından kabul edilmesi ve bu gerçeğin kalıcı, demokratik, özgürlükçü bir yapıya oturtulması bu süreçteki maddelerden sadece biridir.
Son dönemde Abdullah Öcalan'ın bile olayı silahlı eylemler yerine siyaset zeminine taşımayı PKK'lı yandaşlarına önermesi, heyecan vermesi gereken bir gelişme değil mi?
Şiddeti seçenler var
Ya da Abdullah Öcalan bile "Silahlar sussun, artık siyaset konuşsun" derken demokratik düzenin yerleşik siyasi partilerinden bazılarının "Silahlar konuşsun" içerikli söylemleri seslendirmeleri şaşırtıcı değil mi?
Ama bunları da doğal görmemiz gerekiyor. Neticede Kürt gerçeğini yok sayıp, bunu sadece bir "Güvenlik Sorunu" olarak kabul etmek de "Resmi İdeoloji"nin her olayı totaliter çerçeveye oturtarak, gerçekleri görmezden gelme siyasetinin bir yansımasıydı. Bu siyaset eğitim yoluyla kuşaklara benimsetilmişti.
Bu modelin daha büyük ölçüde uygulandığını Sovyetler Birliği'nde görmemiş miydik. Stalin milliyetler meselesini "Her milletin emekçi sınıfları Sovyet proletaryasını oluşturur" diyerek, gerçekleri yok saymamış mıydı? Ama 1991'den sonra Litvanyalı, Azerbaycanlı, Kazakistanlı ve hatta Ukraynalı emekçilerin bile Sovyet proletaryası olmayı kabul etmediklerini görmedik mi?
Yeni bir dönem
Türkiye şimdi farklılıklarını "Anayasal vatandaşlık" zemininde ve "Çoğulcu Demokrasi" ortamında, birlikte yaşama aşamasına taşımaya çalışıyor.
PKK'nın silahlı eylemcilerinin sınır dışına çıkmaları ve silahların susturulması bu yeni arayışın sadece bir adımı.
Bu dönemde gerçekleri 1930'lardaki gibi yorumlamak veya barış açılımına karşı Kürt veya Türk milliyetçiliği ile karşı çıkmak, siyasetin karşısına şiddeti çıkartmayı denemek, olsa olsa "Siyasi miyopluk"tur.
Farklılıklarımızın zenginliğimizi oluşturduğunu, demokratik siyasetin "Birlikte yaşama"nın güvencesi olduğunu bir gün herkes mutlaka görecektir.