Referandum kampanyasının öfkeli ve gergin havası, doğal olarak insanları endişelendiriyor da.
Geniş kesimler öfkeli ve gergin ortamda, Türkiye'nin temel sorunlarına çözüm üretilmesi gereğinin unutulduğunu ve siyasetin geleneksel kamplaşma eğiliminin rüzgârına kapıldığını düşünüyorlar.
Televizyonlardaki tartışma programlarının da bu endişeleri körüklediği kesin bir gerçek.
Sanki siyaset ve düşünce hayatı ak ile kara arasında bırakılmak zorundaymış gibi bir tablo sunulmakta topluma.
Bunun gibi sanki Türkiye dünyadaki tek ülke ve Türkiye'nin sorunları da Ankara'da başlayıp Ankara'da biten sorunlar...
Nasrettin Hoca'ya "Dünyanın merkezi neresi" diye sorulunca Hoca "Eşeğimin sol arka ayağının bastığı yerdir dünyanın merkezi" diye cevap vermiş.
Bu cevaba itiraz edenlere de "İnanmazsanız ölçün" demiş ya...
İşte öyle bir durum var Türkiye'nin gündemine yön verenlerin beyinlerinde...
Bu noktada bizim de bir sorunun cevabını aramamız gerekiyor.
Devlet adamı olmak "
Devlet adamı" diye nitelenen çaptaki siyasetçiler olağanüstü koşulların ortamında mı ortaya çıkarlar, yoksa siyasetçiler olağanüstü koşullara çözüm üretebildikleri için mi devlet adamı olurlar?
Eğer referandum kampanyası karşılıklı laf sokuşturma ve laf yetiştirme yarışmasına dönüşmüş olmasaydı, yukarıdaki sorunun cevabını belki bu kampanya sürecinde bulabilirdik.
Keşke bu Anayasa değişikliği TBMM'de bütün partilerin desteği ile yapılmış olsaydı...
Keşke referanduma uzanan süreçteki zaman ve enerji kaybı önlenebilseydi.
Kürt realitesine, Sünni-Alevi meselesine, Kıbrıs sorununa, Ermenistan'la ilişkilerin düzeltilmesine ve bunlara benzer konulara ilişkin alternatif çözüm projeleri halka sunulabilseydi...
Hiç unutmayalım ki bu kafa karışıklığı arasında olaylar gelişiyor ve Türkiye de dünya da değişiyor.
Düşünün ki dün kadar yakın sayılabilecek yakın zamanda Amerika'nın Irak'a girmesinin sonuçlarını konuşuyorduk.
Obama bile yıprandı
Şu anda Amerika'nın Irak'tan çıkmasının sonuçlarını kestirmeye çalışmaktayız.
Daha dün "Amerika'da bir siyah derili Başkan seçilebilir mi" sorusuna alınan cevabın yarattığı şok gündemimizdeydi.
Bugün ise "Obama ne kadar yıprandı" üzerine yorumlar yapılmakta.
Düşünün ki geçen yıl bu vakitlerde "YAŞ" denilince akla ordudan ihraç edilen subaylar listesinin altındaki Başbakan'ın itiraz şerhi gelirdi.
Bu ağustosta ise Genelkurmay'ın münasip gördüğü terfiler listesinin Başbakan tarafından nasıl değiştirildiğini konuşuyoruz.
Böyle bir ortamda 1950'lerin, 60'ların üslubunda siyasi polemikler nasıl sürdürülebilir yani?
Keşke gerçekten gündemi kilitleyen konuları konuşup tartışsalar siyasetçilerimiz.
Biraz misyon biraz da vizyon bulunsa siyasetin gündeminde.
Zamanın peşinde koşmak yerine zamanın önüne geçmeyi başarabilsek iyi olmaz mıydı?