The NewYork Times'ın Katolik inançlı kadın yazarı Maureen Dowd bir grup eğitimli ve seçkin Suudi Arabistanlı kadınlarla görüşürken onları sorgulamış.
Mealen şunları söylemiş:
-İlkel bir erkekler kulübüne benzeyen ve kadın haklarının yok edildiği otokratik bir devlette yaşamış olmaktan ötürü neden daha fazla mutsuz değilsiniz?
Suudi kadınları da ülkelerinin kendine özgü bir hızla değiştiğini söyleyerek savunmaya geçmişler.
The New York Times yazarı Suudi Arabistanlı hemcinslerinin konumlarını irdelerken, birden kendisinin de bir anlamda aynı konumda bulunduğunu farketmiş.
Bir Katolik kadın olarak kendi konumunu özetle şöyle anlatmış:
-Ben de duvarların arkasında kümelenmiş, moderniteyi yok sayan besili ve varlıklı erkekler kulübüne ait değil miyim?
-Ben de kadınları ezen ve onların laik dünyadaki gelişmelerini görmezden gelen, otokratik topluluğun bir parçası olmayı sürdürmüyor muyum?
Katolik ruhban sınıfının giysilerini, ritüellerini eleştirdikten sonra da, şu noktaları hatırlatmış:
-Suudiler Hz. Muhammed'in belirlemediği ve İslam'ın katı yorumcularına ait olan ahlak kurallarını kullanarak kadınları bastırıyor. Katolik Kilisesi de Hz. İsa'nın ahlak kurallarını değil, katı ve aşırı olanların kurallarını benimsiyor. Oysa Kitap'ta (Ahd-i Cedid) Hz. İsa güçlü kadınlarla kuşatılmıştır ve fahişe de olsa anne de olsa, kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasını asla savunmamıştır.
Tek parti özlemleri
Bayan Dowd özetle bunları söylemiş ve sonra da Katolik din adamlarının genç çocuklara yönelik cinsel tacizlerinin bugünkü Papa tarafından da örtbas edilmesine getirmiş konuyu.
Bu alıntıyı yapma nedenim, kadın-erkek eşitliği konusunu irdelemekten öteye, farklı inançlara ve toplumlara üye insanların, ortak sorunlarının olabileceğini vurgulamaktır.
Biliyoruz ki dinlerde olduğu gibi ideolojilerde veya siyasal modellerde aşırılar ve katı görüşlüler egemen olduklarında, toplumlar nefes alamaz hale geliyor.
Bir modernleşme hareketi olan Atatürk reformları "Tek Parti"ye özlem duyanların yorumlarına bırakıldıkları zaman, askeri darbelerin de "Devrim" olarak nitelendiğini defalarca görmedik mi?
Bizim toplumumuzda "Devrim" olarak algılanan bazı durumların, aslında çağdaş dünyanın geriliklerinin bize aktarılması olduğunu görebildiğimiz zaman da "Gerçek devrim"lerin neler olduğunu anlayabiliriz.
Örneğin İsviçre'den alıp kabul ettiğimiz Medeni Kanunu'umuz da, kadını ikinci sınıf vatandaş sayan Katolik esintili bir metin değil miydi?
Hitler ve Mussolini deneyimleri
Kadının çalışmasının bile kocasının iznine bağlı olduğu bir anlayışı "Modernleşme" diyerek, yeni Medeni Kanun 2001'de kabul edilinceye kadar benimsemedik mi?
Veya gelecekte birlikte yaşama kararlılığının aracı olması gereken "Milliyetçilik"i, çoğunluk gibi olmayanların ikinci sınıf vatandaşlar biçiminde görülmelerinin dayanağını oluşturan bir "Irkçılık"a dönüştürmedik mi?
Mesela Hitler'i ve Mussolini'yi yaşayan Avrupa ülkelerinin 2'nci Dünya Savaşı sonrası reaksiyon anayasalarında "Güçlü yürütme"yi olabildiğince dizginleyen hükümler fazlasıyla yer aldı.
Ancak içtihatlarla, kuvvetler ayrılığının dengeleri yeniden kuruldu.
Türkiye'de ise Hitler'e veya Mussolini'ye değil darbelerle sona erdirilmiş demokratik dönemlere reaksiyon olarak yapılmış ve hem yasamayı hem de yürütmeyi kilitleyen anayasalar yapıldı.
Diyorum ki...
Hiçbir alanda ve hiçbir konuda aşırılara ve katılara meydanı terk etmeyelim.
Dünyaya ve her görüşe açık olalım.