Dün İhsan Doğramacı'yı toprağa verdik.
Önceki gün de Ahmet Vardar'ı son yolculuğuna uğurladık.
Tanıyanlar, birlikte çalışanlar onlar hakkında yazılar yazıyor...
Başarıları, erdemleri, yetenekleri anlatılıyor.
Yaşarken hedef oldukları eleştiriler, uğradıkları haksızlıklar, sebep oldukları yanlışlıklar şu anda rafa kaldırılmış durumda.
Musalla taşındaki kişi için söylenebilecek tek söz "Merhumu iyi bilirdik" ten başka ne olabilir ki?
Ama yaşayanlar hiç ölmeyecekmiş gibi kavgalarını, kan davalarını, karşılıklı öfkelerini ve hatta nefretlerini sürdürmekteler.
"Hayat" böyle bir şey zaten.
Özellikle "Şark"ta insanın değeri ölmeden pek anlaşılmaz.
Aslında "Garp"ta da durum pek farklı değildir.
Özellikle siyasette bu her yerde böyledir.
Dünya Savaşı'nı kazanan Churchill'i bile oyları ile koltuktan indirmedi mi İngilizler?
Ama cenazesinde onun liderliğini rakipleri de onayladılar.
En ağır yüz kızartıcı suçlama ile istifaya zorlanan ABD Başkanı Nixon da tarihin en görkemli cenaze töreni ile uğurlanmamış mıydı?
"Hayat" denilen bu karmaşık ilişkiler dünyasını en iyi yorumlayanlardan biri Shakespeare'dir.
Hamlet'in "To be or not to be" diye başlayan ve Ophelia'ya hitap eden tiradını hatırlayın...
Orhan Burian'ın çevirisinden aktarayım bu ünlü tiradın bir bölümünü :
Yaşamak ve ölmek üzerine "
Yaşamak mı, yoksa ölmek mi, mesele bunda. Kör talihin sapanlarına,oklarına zihninde tahammül göstermek mi daha mertçe olur, yoksa kaygıların ummanına karşı silahlanıp okları yok etmek mi? Ölmek: uyumak. O kadar! Bir uykuyla kalp üzüntüsünü, tabiatın bedene miras olarak verdiği binbir acıyı sona erdiriyoruz diyebilmek, candan gönülden istenecek bir son olur. Ölmek: uyumak. Belki de bir rüya görmek! Ya, dert orada: çünkü, bu fani kalıbı üstümüzden sıyırıp attıktan sonra, o ölüm uykusunda kim bilir ne rüyalar görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor. Yaşamak felaketini uzatan, işte bu düşünce. Yoksa -insan bir hançerle kendi işini kendi halledebilirken- zamanın sillesine, zalimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız aşkın ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi?"
Çok sonra Yahya Kemal'in "Sessiz Gemi"sinde "Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Birçok seneler geçti dönen yok seferinden" dediği gibi, Hamlet de "Keşfedilmemiş ülkeden geri dönen yolcu olmadığı için kararsızlıklar egemendir insan iradesine" diyerek devam eder tiradına.
Evet... Ölenle ölünmediği bir gerçek.
Ve aslında ölüm ölenler için değil yaşayanlar için var.
İhsan Doğramacı'yı ve sevgili Ahmet Vardar'ı rahmetle anarken Can Yücel'in "O Olmazsa Yaşayamam" ını aktarayım:
O olmazsa yaşayamam "
O olmazsa yaşayamam" demeyeceksin.
Demeyeceksin işte, yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela, o daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın, çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini, hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin, güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim" diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...