Koca bir ülkeyi bir anda unutulmak istenen o bahtsız günlere döndürmek ne kadar kolaymış meğer.
"AB'ye giriyoruz" derken, "Nihayet ekonomi düzlüğe çıktı" diye sevinirken, "Artık kimse Türkiye'yi demokrasi rayından çıkartamaz" diye övünürken, bir anda şair Oktay Rifat'ın (1914-1989) dizelerinde anlattığı ruh haletine giriverdik:
"Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum."
Ömrümüz "Bu filmi daha önce de görmüştük" diyerek ve içinde bulunduğumuz "Siyasi cemaat"e göre karşı siyasi cemaattekileri sorumlu ilan ederek geçmedi mi?
Biliyoruz ki sosyo-politik bedenimizin tümü "Aşil'in topuğu"na dönüşmüş durumda.
BAM TELLERİ
İsterseniz "Laiklik meselesi", isterseniz "Kürt realitesi", isterseniz "Kıbrıs sorunu", isterseniz "Yabancı sermaye", isterseniz "Özelleştirme", isterseniz "YÖK konusu" olabilir siyasetin bamteli...
"Yıllar önce şair-diplomat rahmetli Fuat Bayramoğlu'na "Batı'nın resimleri üç boyutluyken, neden bizim Matrakçı Nasuh, Levni gibi büyük ressamlarımız iki boyutlu minyatürlerden öteye geçmemişler" diye sormuştum. Gerçekten bilge bir kişi olan Bayramoğlu, şöyle cevaplamıştı sorumu:
- Batı'nın resimleri üç boyutludur ama insanları iki boyutludur. Bizde dağ başında bir köylüyle sohbet ederken, karşında bir filozof bulursun. Bizim dünyamızın üçüncü boyutu insanlarımızın zihinlerindedir.
Şimdi kuşkulanıyorum. Acaba toplumumuzun bilincindeki üçüncü boyutu yitirdik mi?
Kendisi gibi olmayanla yüzlerce yıl birlikte yaşamayı beceren bir üçüncü boyuttur bu. Saraydakiler kanlı iktidar kavgaları yaparken, derin toplumun kavgalardan uzak durabildiği, kimsenin diğerini "Ötekiler" diye görmediği bir üçüncü boyut.
Gerçekten şimdi bir anda yeniden içine düştüğümüz karanlık ortamın nedeni, yaklaşan "Cumhurbaşkanlığı seçimi" mi acaba?
Veya Türkiye'ye Kopenhag Kriterleri'ni kabul ettirip AB'nin eşiğine taşıyabilen Tayyip Erdoğan, bir anda bütün söylemleri ile nasıl oluyor da "Ankara Kriterleri"ne dönebiliyor?
ÜSTÜNLERİN HUKUKU
Veya AK Parti'yi seçimde yenip iktidar olabilmesi için halkın desteğini almaktan başka yolu bulunmayan Deniz Baykal, nasıl oluyor da "Kökten devletçilik"i seçip, halk kitlelerini karşısına alabiliyor?
Her dönemde demokrasiyi "Rejimin tehdidi" olarak algılayan Ankaralıları anlamak kolay. Siyasi istikrar çökertilse de, ekonomi iflas etse de, "Devlet bütçesi" ve "Memur teminatı" hep var. Son noktada "Bölgenin istikrarı" ağır basar ve Washington bir şeyler yapar nasıl olsa.
Ama "Hukukun üstünlüğü" yerine sürekli "Üstünlerin hukuku"nun egemen olmasını, nasıl hazmedebiliriz bu topraklarda? Göz göre göre "Şeffaf toplum"un karartılmasına nasıl seyirci kalabiliriz.
Daha geçen hafta 28 Şubat döneminde Ankara'dan gelen talimatlarla medyanın nasıl güdümlendiğini konuşmuyor muyduk? Bu dönemin medya sorumluları günah çıkartmıyorlar mıydı ekranlarda? Ve Şemdinli İddianamesi ertesindeki gelişmelerin yanlışlığını tartışmıyor muyduk?
Yine şair Oktay Rifat'a dönelim isterseniz. Eğer mümkünse onun şiirindeki "Ahmet" gibi olmayı deneyelim:
"Büyük balık küçük balığı yutar demişler
Bok yemişler
Onu sardalyeler düşünsün
Sen balık değilsin ki Ahmet
Mek parmak mek parmak daha
Sonu selamet"