Türkiye'de sağ-sol kavgasının tırmandığı dönemlerde bir gün, bir üniversitedeki açık oturuma yönetici olarak davet edilmiştim.
Açık oturumun yapılacağı salon tıklım tıklım doluydu. Çoğunluk, parkalı ve attıkları sloganlardan sol görüş sahibi olan öğrencilerden oluşuyordu. Tartışacak konuşmacılardan biri kendini "Solcu" olarak sunan Kemalist bir yazardı. Diğer konuşmacı ise kendini "Merkez" de gören Atatürkçü bir yazardı.
Ancak salondaki gençlerin bu ayrıntılarla ilgilenmedikleri, solcuKemalist yazarın lehinde ve merkezci Atatürkçü yazarın aleyhinde attıkları sloganlardan belliydi. Bu arada açık oturumu yönetecek olan bana da fazla sempatiyle bakmadıklarını belli ediyorlardı.
Çok kısa bir konuşmayla oturumu açıp ilk sözü solcu-Kemalist yazara verdim. Onun düzeni eleştiren ve karşı konuşmacının temsil ettiği düşünceleri yerden yere vuran her cümlesini, salondaki gençler ayakta alkışladı. Onun konuşması bitince ben mikrofonu önüme çektim. Sloganlarla dolu, anti-emperyalist, Marksist-Leninist-Kemalist klişelerle bezenmiş, komprador burjuvaziyi, özel sektörü, yabancı sermayeyi, Amerika'yı ve Avrupa'yı kınayan bir konuşma yaptım.
Salondaki gençler önce durakladı ve sonra benim cümlelerimi benden önce konuşan solcu-Kemalist yazardan daha yoğun alkışlarla desteklemeye başladı.
Kısa bir süre sonra sloganlarla dolu konuşmamı kesip, şunları söyledim:
- Burada bir tartışmanın dinleyicileri olarak bulunan sizler, bu tartışmadan çıkacak gerçekleri ve uzlaşmaları duymak için gelmediniz buraya. Kafanızda önceden şekillendirip tartışılmaz gerçek diye dondurduğunuz klişelerin tekrarlanmasını bekliyorsunuz. Bunları eleştirecek kişilere karşı da hiç hoşgörünüz yok. Bakın işte, biraz evvel sizin sloganlarınızı tekrar edip sizden bol bol alkış aldım. Yani sizden alkış almak çok kolay. Lütfen böyle davranmayın ve karşı görüşleri de dinlemeye alışın.
Sonra sözü merkezci-Atatürkçü yazara verdim. O konuşurken kimse pek alkışlamadı ama yuhalamadan dinlediler onu salondaki gençler.
Türkiye'deki sosyo politik ve psikolojik ortam böyle işte.
Kitleler genellikle gerçeklerin değil, kendi bildikleri ve inandıkları klişelerin seslendirilmesinden hoşlanıyor. Burada bir aydının özgür, özerk, bağımsız ve bağlantısız olması kolay değil. Gelişmiş dünyada müzelik olmuş, yanlışlıkları yaşanan deneylerle kanıtlanmış düşünceleri seslendirdiğiniz zaman, mutlaka sizi destekleyen siyasi cemaatler bulabiliyorsunuz.
Buna uygun simgelerinizi, şifrelerinizi ürettiğiniz zaman da, arkanızdaki siyasi cemaate daha kolay mesajlar veriyorsunuz. Bunu bir dönemde sağ-sol kamplaşmalarında, şimdi de laikçi-İslamcı çekişmelerinde görmüyor muyuz? Örneğin gündemde son olarak "Dansçı-Horoncu" çekişmesi yok mu? Son dönemde her Cumhuriyet Bayramı'nda birileri kendi siyasi cemaatlerine simge ve şifreler göndermiyor mu?
Neyse.. Ben, "Bu da geçer" ümidiyle yeni kamplaşmaları ve sloganları bekleyen biriyim.