"Kendi seçtiğimiz yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşıyoruz."
Bakkaldan aldığım turuncu yazan tükenmez kalemimle sanırım ilk olarak bu cümlenin altını çizmiştim.
Yoksa çok daha ilerideki "insan en çok yaraladıklarını sever" cümlesi miydi?
Tam hatırlayamıyorum.
Ama kavun iskelesinin yanı başındaki kumsalda gölgesine sığındığım iğde ağacı çok net gözlerimin önünde.
Kumun üzerine serdiğim soluk mavi Buldan bezini de hatırlıyorum.
Ucuz bir pansiyon odasında geçen uykusuz gecenin sonunda İskenderiye Dörtlüsü'nün birinci cildi "Justine" bitmişti.
Şimdi iğde gölgesinde ikinci cilde başlamıştım; "Balthazar"a.
Arkamdaki tepeden denize doğru esen rüzgâr kekik kokuları taşıyordu.
Deniz birkaç saat sonra gümüşlenmeye başlayacaktı.
Herkes denizdeydi, ben Durrell'ın büyülü dünyasındaydım.
"Su çok güzel, gelsene!" diyenler bir süre sonra çağırmaktan vazgeçmişti.
Ne çok zaman geçti üstünden!
80'lerin ortasındaydık.
Ansiklopedilere telif maddeler yazıp kazandığımız üç beş kuruşu biriktirmiş ve Bodrum'un o sessiz, sakin kıyısına kaçmıştık.
Orada tanıştığım Lawrence Durrell ve İskenderiye Dörtlüsü, neden bilmem, bir daha asla hayatımdan çıkmayacaktı.
Defalarca okuyacaktım. Hatta bazen son cildin son sayfasından, bazen sayfaları arasından fal tutup açtığım yerden başlayarak...