Kuşaklar boyu öylesine "asker" bir talim terbiyeden geçirilmişiz ki... Barış denen şey bizim için bir tür peri masalı sanki!
Herkes barışın güzelliği ve iyiliği konusunda hemfikir de, gerçekliğine inanan yok!
Bir de "savaş karşıtlığı" var; hani nereden ve nasıl gelirse gelsin, inat ve ısrarla bütün savaşlara karşı olma tavrı.
Onu neredeyse hiç bilmiyor, tanımıyoruz.
Çünkü bizimki gibi toplumlarda "savaş karşıtlığı" ya gelip geçici merhamet nöbetlerinde kendine yer buluyor ya da çok çileci bir marjinal militanlık çizgisi oluşturuyor.
Son günlerde örneklerini sık sık gördüğümüz "bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" veya "bize ne başka yerlerdeki acılar ve katliamlardan!" diyenlerin bu tutumlarını "barış politikası" diye pazarlamalarını ise ayrıca ele almak gerek!
Fakat şunu net biçimde dile getirebiliriz...
Toplumsal hafızamızda gerektiğinde faydalanılacak bir "barış tecrübesi ve fikirleri" birikimi yok!
Hatta barışı inşa etmek bir yana, barışı edebiyatta ve sinemada hikâye etmek noktasında bile zorlanıyoruz.
***
Sinan Çetin'in son filmi
Çanakkale Çocukları filmini seyrederken bu gerçek bir kez daha kafama dank etti.
Filmin bir yerinde...
Sırtımdan aşağı doğru incecikten bir terin süzüldüğünü hissettim.
Hani bir gösteride sahnedeki kişinin bin bir acemilikle bizi olmayacak bir şeye inandırmaya kalkışması üzerine
onun yerine utanırız ya...
Biraz öyle bir şeydi bu terlemenin kaynağı.
Birincisi...
Çanakkale'de memleketini savunanlar ile saldıranlar aynı potaya sokularak anlatılmıştı.
İkincisi... Çanakkale savunmasının "
metafiziği"ne hiç değinilmemişti.
Beni bir seyirci olarak mahcubiyete sürükleyen
üçüncü nokta ise
annelere yapılan bir haksızlığa tanık olmak duygusuydu.
Neden mi?
Çünkü film "
anneler istemezlerse savaş olmaz" tezi üzerine kuruluydu ve
Sinan Çetin seyirciye sanki şöyle diyordu: "
Evlatlar ölüyorsa, anneler gidip onları cepheden almadığı içindir!"
Oysa evladının savaşta ölmesine razı tek bir anne var mıdır gerçekten? Yoktur!
Asıl kurcalanması gereken soru şudur: Nasıl oluyor da, annelere rağmen savaşlar sürüyor?
***
Uzun lafın kısası...
Barışı mümkün kılmanın
hümanist bir yolu yoktur!
Aydınlanmanın bu ütopyası fiyaskoyla sonuçlandı.
20. Yüzyıl tiranlarının katliamlarını hümanist hedeflerin arkasına gizlediklerini, "
insan"ın yüceliği ve iyiliği adına
insanların yok edildiğini biliyoruz.
Günümüzde hümanizmin demode klişeleri yerine kof bir hayat kavramı geçti "
Hayattan değerli bir şey yoktur" falan deniyor.
Tamam da neden?
Hayat kavramını yüceltmek, belki tuzu kuruların sırtını sıvazlıyor ama barış politikalarına kapı açmıyor. (Sinan'ın filmi de ne yazık ki, bu yaklaşımla sakatlanmış!)
Değerini bilmediğimiz ve içini anlamla doldurmadığımız şeyleri nasıl koruyabiliriz!