Birkaç yıldır İstanbul'u "uzaktan sevmek, aşkların en güzeli" havasına girmiştim, belki fark etmişsinizdir.
Kaçtım ondan! Sürekli kaçtım!
Ege dönüşlerimde onu kucaklamak yerine odama çekilip içime kapanmayı tercih ettim.
Gündelik hayat sıkıntıları ve hoyratlığıyla öyle çullanmıştı ki bu şehrin üstüne...
Süleymaniye'nin önünden gelip geçenler Süleymaniye'yi fark etmiyordu; alışveriş merkezlerine neşeyle gelip gidenlerin aklına yılda bir kez bile Kapalıçarşı'ya uğramak gelmiyordu.
Ben de öyle biri olmak üzereydim! Ruhum yorgun düşmüştü bir kere, üzerimden atamıyordum.
Her gün aynı yollarda gelip giderek "işine" bakan ama İstanbul'a kafasını kaldırıp hiç bakmayan milyonlarca şehir sakininden biri olmama ramak kalmıştı!
***
Ramazan imdadıma yetişti!
Hava karardıktan sonra sahur vakitlerine kadar dolaştım, durdum İstanbul'da.
Tarihi yarımadanın havasını içime çekmek...
Bu şehrin merkezini gökdelenler bölgesi
Maslak sanmamıza neden olan ve hepimizi esir alan "
sersemleşme"den uzaklaşmak çok iyi geldi bana!
Bir gece...
Fındıklı sahilinden uzun uzun seyrettim şehiri
Önce Boğaz'ın ışıltılı kıyılarına, Üsküdar'a, Kadıköy'e...
Sonra Sarayburnu ve Eminönü'nün arkasında yükselen muhteşem cami siluetlerine...
Gündüzlerini teslim alan harala güreleden uzakken,
şehrin kalbindeki şefkati ve yüce gönüllülüğü hissettim!
Sanırım barıştık İstanbul'la, kucaklaştık!
***
Bir başka gece de tavşan kanı renginde demli çaylar eşliğinde
Tepebaşı'ndan Haliç'in karşı kıyısına bakarken...
Necat Cavuş'un şu dizelerine hak verdim.
"
Mimar Sinan Konstantiniye'yi en güzel yerinden
Tutup öpmüş öpmüş İstanbul yapmıştır."
Bir de
Sezai Karakoç'un şu İstanbul tarifi var ki, işaret ettiği hakikati o gece daha iyi anladım.
"Yeryüzüne ayı indir, o bir şehir olsun
Yaklaştıkça büyüyen."
Fakat biliyorum, geceler gelip geçecek, gün ışığındaki İstanbul'la sıkı bir yüzleşme gerekecek!
O zaman ne yaparım, bilemiyorum!