Son zamanlarda Ege'de dolaşırken dikkatimi çekiyor.
Yeni apartmanlar, yeni mahalleler, yeni yaşam biçimleri yüzünden sadece balkon keyifleri değil...
Yaz akşamlarının o güzelim kapı önü muhabbetleri de yavaş yavaş tarih oluyor.
Bu değişime ayak diremek zor.
"Kapı önü" kalmayınca, muhabbeti nasıl sürsün!
Oysa bu gelenek oralarda kim bilir kaç yüzyıldır sürüyordu.
Kadınlar kısık sesli kıkırdaşmalarla günün dedikodusunu kaynatırken; çocuklar çiğdem çitlerken; aile reislerinden kimisi rakısını, kimisi demli çayını yudumlarken sokak kocaman bir "misafir odası"nı andırırdı.
* * *
Yok! Anlatmak istediğim tam olarak bu değil!
Şu an ne özel olarak Ege'den söz etmek istiyorum, ne de geçip giden bir kültürden.
Anlatmak istediğim şu...
Yaz mevsimini sevmek güneşi, denizi, tatili sevmek sanılıyor ya...
Nasıl da yanıltıcı ve modern bir kurgu bu! Deniz kıyısında tatil dediğimiz şey koskoca insanlık tarihinde topu topu 150 yıllık bir hikâye!
Yaz mevsimleri boyunca binlerce yıldır içimize işleyen, genetiğimize ve ruhumuza yazılan asıl "tat" başka bir yerde!
Nerede mi?
Akşamlarda...
Karanlıktan korkmadan, soğuktan ürpermeden sabaha kadar uyanık kalıp uzattığımız gecelerde...
* * *
"Ben yaz mevsimini çok severim" diyenlere şöyle bir bakarım.
Sadece güneşe dair bir şeyler anlatacaksa...
Tatil havalarından dem vuracaksa...
Sevdiği şeyin ne olduğunu bildiğinden kuşku duyarım.
İğde kokuları altında bir sedire uzanıp yıldızları seyretmemiş; sevgilisiyle balkonda oturup sabaha kadar fısıldaşmamış, şehrin ünsüz ve ıssız caddelerinde yaz geceleri tek başına amaçsızca yürümemiş, sıcak ve nemli bir gece tarihi bir türbenin duvarına yaslanıp "nereden geldik, nereye gidiyoruz?" diye kendine sormamış biri...
Henüz yaz mevsimini tam olarak tatmamış, anlamamış, hakkını vermemiştir!