Yoldan geldim. Valizimi çıkartıp üstümü bile değiştirmeden direksiyonu bir sinema salonuna doğru kırdım.
Neden?
Çünkü sevdiğim bir kitaptan kalkarak çekilmiş bir film oynuyordu. Merak etmiştim.
Hem Christopher Plummer'ın canlandırdığı ihtiyar Tolstoy'u seyretmek kim bilir ne keyifli olacaktı!
Kitap Jay Parini'nin belgelere dayanarak Tolstoy'un son yılını romanlaştırdığı Son İstasyon'du.
Amerikalı yönetmen Michael Hoffman'ın filmi de aynı adı taşıyordu. Fakat bizim dağıtımcılar daha havalı olur diye "Aşkın Son Mevsimi" adını tercih etmişlerdi (Oysa filmin orijinal adı öykünün "öz"üne işaret ediyor).
Işıklar söndü, reklamlar bitti. Film başladı.
Kuzey çamları, görkemli meşeler... Zasyeka Ormanı...
Yıl 1910... Rusya kırları... Edebiyatın dâhisi Tolstoy'un yazlığı...
Görüntülerle içim açılıvermişti!
Ama ilk 20 dakika geçtikten sonrası... Büyük bir hayal kırıklığıydı.
***
Baştan anlatayım...
Savaş ve Barış'ın,
Anna Karenina'nın yazarı
Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy son büyük romanı diyebileceğimiz
Diriliş'in ardından
büyük bir dönüşüm geçirir.
Ortodoks Kilisesi'ni ağır eleştirilerle terk eder ve bütün dinlerin
"birliği"ne doğru
derin bir manevi arayış içine girer.
Son kitaplarından birinin adı yeterince açıklayıcıdır:
"İnsan Ne İle Yaşar?" Tolstoy'un cevabı
saf sevgidir. Parayla pulla, mülkiyetle kirletilmemiş sevgi! (Ömrünün son iki yılında da İslam tasavvufuyla çok yakından ilgilendiği bilinmektedir.) Asıl çarpıcı olanı, kendi yapıtlarına bile sırt çevirmesi ve
mülkiyetçi düzenlere toptan karşı çıkmasıdır.
Ailesinden gelen toprakları köylülere dağıtır, tarlasında ırgat gibi çalışmaya başlar ve kalan mirasını da kendi çevresinde toplanan gençlerin oluşturduğu siyasal harekete bırakmaya hazırlanır.
İşte o noktada gürültü kopar!
Çünkü
başından beri onun ruhsal dönüşümünden rahatsız olan karısı Sofya ve çocuklarından bazıları buna şiddetle karşı çıkarlar.
***
Aşkın Son Mevsimi filmi işte bu çatışmanın iyice keskinleştiği günleri anlatıyor.
Tolstoy'un en sonunda başını alıp gittiği ve ıssız bir istasyonda ölüme yattığı dönemi...
Ama nasıl?
Tolstoy'un manevi arayışını
karikatürleştirerek; karısıyla arasındaki derin bağı
cıvıklaştırarak...
Tolstoy'un karısına da hak verelim, onu da anlayalım derken, Sofya'yı "hasta" bir karakter haline getirerek...
Olup bitenleri
sulu bir Hollywood romantik komedisi gibi anlatıyor!
Hayal kırıklığım bundan!
Yine de...
Çirkin bir hikâyede bile güzel insanlar, güzel kalıyorlar!
Filmdeki Tolstoy da öyleydi.
Ve sırf bu gerçeği görmek, hissetmek ve anlamak için bile bu filme gidilebilir.