Mutfak görevlisi, Ergun Babahan'ın odasına erik, kiraz filan getirip bıraktı. Uzaktan görüp imrenip, sankim de önemli bir şey söyleyecekmiş taklidiyle alabanda yaptım odaya. Bir iki laf ziyanlığım oldu ama pek ses etmedi başmüdürüm. Sonra gözünü ta gözümün ümüğüne yöneltip 'teklif' getirdi. Kendisinin literatüründe 'talimatın adı tekliftir.' Emreder gibi değil hoş bir öneri getirir gibi yapıp öyle kandırık eder bizi.
- Sudan'a gider misin?..
- ?!..
- Bence gitsen hoş olur. Yüzbinlerce kişi açlıktan ölüm sınırında. 21 yıllık savaş bitecek mi belli değil. Atlayıp gitsen süper iş becerirsin. Ne dersin?.. Bunun bizim gazetede tercümesi şu demektir; "Hemen pılıyı pırtıyı topla Sudan'a git!.." Bedri Koraman'ın karikatürlerinde küçük küçük 'hayır' yazılarından oluşmuş 'Evet'ler vardır ya. Onlardan yaptım;
- Ee-ev-evet efendim...
3 GÜN SONRA...
Zaman kazanmaya çalışıyorum. Belki aklına başka şeyler üşüşür de beni unutur ya da insaflı bir anına denk gelirim; gölgede 48 derece sahra çöllerine sürmeye kıyamaz beni... Belki de ben gider başka önemli işler söylerim. Hazırladığım bir kaç büyük haber projesi var zaten. Derim ki;
- Müdürüm İsveç-Norveç fiyortlarında ren geyiği katliamı almış yürümüş. Ayrıcana Vikinglerin atası da Türkmüş diyorlar. Bir de Cannes plajlarında mütamadiyen koli basiline rastlanıyormuş. Noterle gidip tahlil yapsam mı?.. Yapamadım ki... O parlak projeleri sunamadım ki... Koridorda, zemin katta, asansördeki her karşılaşmamızda gözlerini kırpıştırıp selam alıp-veriyor, sonra da o yakıcı soruyu soruyordu Ergun Müdür:
- Ne oldu?.. Sudan'a gitmek istiyordun hani?..
- Sudan'ın fahri konsolosu iş adamı Zeynel Abidin Erdem'miş. Pasaportu gönderdim, bekliyorum.
Ertesi gün yine karşılaşma ve yine aynı konu;
- Vize çıkmadı mı hala? Gecikme. Bak Kofi Annan da gitti.
Peeh!.. Kofi Annan gitmişmiş. Tabii gidecek, adamın işi bu. Hem zaten kaç yaşında adam. Ardından yaş dökecek annası mı var Annan'ın?..
UÇAK KALKIYOR
Bir müddet sonra... Yer uçak alanı. Anons patlıyor; "Türk Hava Yolları'nın Kahire'ye gidecek 118 sefer sayılı uçağı kalkış için hazırdır" diyor hoparlör. Zorla askere alınmış tımarlı sipahi hüznüyle yürüyorum tayyareye.
- Elvada Bodrum. Elveda deniz ve mehtap. Elveda Ren geyikleri... Aslında İstanbul-Kahire-Hartum seferini yani normal olarak 5 saatte bitmesi gereken uçuşu nasıl olup da 19 saatte tamamladığımdan da kıyak bir yazı çıkar da bir an önce ana konuya gelmeliyim. Yani işin şakasını bırakıp ciddiyete avdet etmeliyim. Gittiğim iş sudan bir iş değil, Sudan işi çünkü...
HARTUM HAVALİMANI...
Sudan'dayım. Tuttuğum taksinin şoförü mü daha yaşlı, aracın kendisi mi belli değil. Adamın hiç dişi yok, arabanın da sallanmayan yeri. Adamın ağzından laf çıkmıyor, taksisinin ses gelmeyen tek yeri ise kornası. Yol boyu binbir fotoğraflık konu geçiyoruz. Kıyamıyorum atlamaya. İşte kameram açık, işte hem gidip hem çekmekteyim. Etek, bluz, tişört giyen var tek tük. Ama kadınların çoğusu tesettürlü. Erkekler ise bembeyaz, çarşaftan bozma gibi duran o uzun şeylerden giyiniyorlar. Kafalarına bağladıkları o kocaman, heybetli şeyler de ikiz yatağın öbür çarşafından çıkmış olmalı. Camdan yarı belime kadar sarkıp bazı detayları iliştiriyorum kayıt bantına. Derken zııınk! Acı bir fren... Dönüp yola bakıyorum, o ne? Önümüzü asker, polis ve sivillerden oluşan bir güruh kesti.
NEREDEYİM BEN?
Rahmetli annanem her Arapça konuşmayı dua sanır, ellerini göğe açar 'amin amin' derdi. Ben de adamların her lafını sinkaf zannediyorum. Ne zannetmesi eminim hatta. Kolumdan çekip alıyor biri. Diğeri şoförü kapıyor öbür kapıdan. Çift kabinli siyah bir kamyonetin arka tarafına koyup son hızla oradan uzaklaştırıyorlar bizi. Yol boyunca tek kelime etmiyor, ettirmiyorlar. Burası neresi ki?.. Demir parmaklıklı bir dolu kapı, küçük küçük odalar. Sıraya sokulup oraya buraya götürülen siyahiler. Üniformalı ya da sivil bir yığın adam. Kara kaplı defterler, ilkel elektrik ocaklarında ısınan su güğümleri, kırbaçlar, hepsi aynalı gözlük takmış bir grup muhafız... Odalardan birine sokup yine bir şeyler emrediyorlar. Anlıyorum. Ceplerimi boşaltacağım. Ben oldum olası abuk sabuk şeyler taşırım cebimde. Akmış bir tükenmez, 250'lik telefon kontörü, karşıki Pera Pastanesi'nin kartviziti, küçük poşet neskafe, plastik bir karıştırıcı, Truva filminin bende kalan bilet kısmı, benzinciye imzaladığım kredi kartı fişleri, yürüttüğüm çakmakların 4-5 tanesi. Bunlar daha tek cebimden çıkanlar.
6.5 SAATLİK ESARET
O sıra bir bağırtı geliyor dışarıdan Hepsi o yöne koşuyor. Odada yalnız kalıyoruz şoförle. Şimşek hızıyla telefonumu çıkarıp Türkiye'yi SABAH santralini arıyorum. Çıkan arkadaşa tek bir cümle kurabiliyorum. "Sudan'da, Hartum'dayım. Çekim yaparken yakaladılar. Hemen yönetime bildir..." Kızcağız şaşkın soruyor
- Sesiniz parazit yaptı anlayamadım. Sudan hortumu mu çekiyordunuz Savaş Bey?..
Ağlamak üzereyim. Ne olur anla ne olur anla.
"Emre'yi ara, Savaş Abi yakalanmış de o anlar tamam mı kızım.." Cümle bitmiyor. Çünkü yanımda iki zeballah bitiyor. Artık telefonum da yok... Arayı yine atlıyorum. Beni orada bulmak, Dışişlerini harekete geçirmek, elçiliği telaşa vermek için ne gerekiyorsa yapmış gazetem. Şimdi kurtuldum ooh! Büyükelçilikteyim... Ta Münih'ten başkonsolosluğundan tanıdığım Ali Yakıtal, Hartum Büyükelçimiz olmuş da bilmiyormuşum. Endişeden perişan etmişim Ali Bey'i. Olanca kibarlığı ve içtenliğiyle diyor ki;
- Allah'tan Gülden Ablan Türkiye'de tatilde. O olsaydı telaştan mahvolurdu Savaşçım...
KABAHAT BİZİM SAVAŞ BEY
Elçilikte az ötemizde duran Sudanlı yetkililer fena mahçup hallerde. Beni karşılamadılar, alıp otelime yerleştirmediler, daha girer girmez derdest edip nazerete tıktılar.
- Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söylemedik size. Kabahat bizim...
- İyi de ben buraya fotoğraf çekmeye geldim kardeşim.
Sefir beyin yanında daha fazla gitmiyorum üzerlerine: Onlara artık tek çıkış yolu, bir dediğimi iki etmemek. Sihirli soruyu soruyorlar:
- Dile bizden ne dilersen?
Ali Saydam'ın yazdıkları geliyor aklıma. Kendi krizini yaratıp sonra o krizi avantaja dönüştüreceksin. Durumum aynen öyle. Yüzsüzce diliyorum dileğimi;
- Beni Darfur'a götürün...
Salona sessizlik bombası düşüyor. Adamlara da kal geliyor! Öylece bakıp kalakalıyorlar. Sonra anlaşılıyor ki lambadan çıkan cin de olsalar bunu yapamazlar. O bölgeler tamamen basına, yabancılara kapalı bölgeler. O bölgeler kelimenin tam anlamıyla "sakat" bölgeler. Cevapları kesin;
- Naa mümkin ya habibi...
Ali Saydam felsefesi fos mu çıkacak yoksa? Lakin ısrarlıyım;
- Ne demek 'na mümkin.' İste dediniz, istedim.
Bu isteğimi nasıl kabul ettirdiğimi anlatmaya kalsam sayfa dolar. Bir şeyler oldu bir şeylere ikna ettim ve kabul ettirdim dileğimi. Kriz avantaj oldu heyooo!..
BİNDİK BİR ALAMETE...
Kısmet paçamdan mı akıyor ne. Malum Darfur 3 ayrı eyaletten oluşan bir bölge. Afrika'nın en büyük ülkesi Sudan'ın da üçte biri yaklaşık. İşte bu eyaletlerden birinin valisi başkentteymiş ve ertesi gün özel uçakla bölgesine dönecekmiş. Sabah karanlığı alanda, az sonrasında da uçaktayım. İçerideki tek beyaz adam benim. Çift pervaneli bir uçak. İnsana; "Bu alet pistte yürür mü ki kalkıp havalansın bir de?" sorusunu sorduruyor. 2 saat sonra iniyoruz. Geldik sanıyorum; benzin almaya durmuşuz. 15 dakikalığına vali ve beraberindeki heyet olaraktan biz iniyoruz aşağı. Kırmızı halılar. Binlerle karşılayıcı. Mektep çocukları, askerler dolu her yan. Bayraklar, şakşaklar, davullar, tamtamtamlar, danslar... Ama kameramı gözüme kaldırtmıyorlar bile. "Yasah hemşerim!"in Arapçası tek kelime...
- Laa sauara!. (fotoğraf yok!)
Ertesi güne atlayıp izlenimlerimi yazmam gerekirse kafam çok bozuk. Kofi Annan "Bunca yardım geliyor. Peki nereye gidiyor? Bunca insan niye bir deri bir kemik" diye sormuştu ya. İşte buralara gidiyormuş. Son model onlarca cip. Pahalı elbiseler, şık şıkıdım takılar, yüzükler, bileklikler ve kuş sütü bile bulacağın sofralar. Renkli giysiler içinde Darfurlu yüzlerce kadın ve genç kız sipariş üzerine muhteşem yemekler yapmış tepsi tepsi getirmiş Vali Bey'in sarayına. İsyancılara karşı kurulan ve 21 yıldır savaşan askerleri "muhteşem ordumuz" diye takdim ediyorlar törende. Ben de o töreni izliyor ve muhteşem orduyu tepeden tırnağa resimliyorum. Yarın bir bir anlatırım, siz de görürsünüz ne orduymuş o ordu...