Woody Allen'in son filmini, hemen bütün filmleri gibi, Türk aydınları çok sevdiler, günlerdir tartışıyorlar.
Filmde bir Amerikalı Paris'e gidiyor, "zaman kaymasına" uğruyor ve her Amerikan aydınının düş dünyasını gıdıklayan "1920'lere dönüp Hemingway'le karşılaşmak" hayalini gerçekleştiriyor! Daha sonra 1890'lara gidip ressam Toulouse-Lautrec'le falan da karşılaşıyormuş.
Günün birinde birisinin çıkıp bu filmi yapacağını biliyordum. Spielberg'den bekledim ama elbette böyle bir film "Kahire'nin Mor Gülü" ve "Bir Daha Çal, Sam" filmlerinin yaratıcısına daha çok yakışıyor.
"Muş" dedim çünkü filmi henüz seyretmedim. Şu anda sinemalarımızda oynuyor ("Paris'te Geceyarısı"...)
Elbette bu hafta gidip göreceğim, Allah'ın emri.
Fakat "gerek var mı" diye de düşünüyorum bir yandan.
Çünkü bendeniz o filmi 1969 yılından beri, Paris'e ilk ayak bastığımdan beri zaten kafamda çevirmekteyim!
Attila İlhan'ın bir lafı vardır, bildiniz mi: "Herkesin Paris'i başka"...
Bizim Paris'imiz de ortalama Türk kadın turistinin "Galeries Lafayette Paris'i" ya da ortalama Türk erkek turistinin "Pigalle fahişeleri Paris'i" değil efendim (gerçi gençliğimizde o haltı da yemedik değil ya...) Bendeniz Paris'te tarihin içinde dolaşırım.
Rivoli Sokağı boyunca Versailles askerleriyle çarpışa çarpışa çekilirim, Vendome Meydanı'nın köşesindeki barikatı bir dönerim, karşıma Paris Komünü'ne katılan hepi topu üç Osmanlı öğrencisi, Mehmet Bey, Reşat Bey ve Nuri Bey çıkar, Dersaadet'ten haber sorarlar...
Sonra bizim hanım dürtükler, daldın gene...
Ya da aynı sokakta Hotel Meurice'in önünden geçerken küt, Paris merkez komutanı General Von Choltitz'le burun buruna gelirim... Oysa sokak "Ausweis'ı" olmayana yasak... Yıl 1944 değil mi?...
İstersem Erdal Şafak'la birlikte Notre Dame katedralinin tepesine çıkar (bu yaşta artık zor oluyor o merdivenler), Esmeralda'ya tutulan Dom Claude Frollo'nun duvara bıçağıyla kazıdığı Eski Yunanca "ANAGKE" (kader) yazısını ararız... (Romanı okuyan çakıya sarılmış, duvarlar 1830 yılından beri kazınagelmiş "çakma Anagke'lerden" geçilmiyor, olacağı buydu, artık turistleri oralara sokmuyorlar.)
İşte şu Tiquetonne Sokağı, Pardaillan'ın oturduğu yer değil miydi yahu? Hayır, burası Ferronnerie Sokağı, az sonra kral Dördüncü Henri arabasıyla geçecek, suikastçı Ravaillac da onu öldürecek, köşede duralım da seyredelim...
Siz ne diyorsunuz, Chabanais Sokağı'ndaki ünlü buluşma evine gittim de "yalnız SS'lere mahsustur" diye beni içeri almadılar, oysa "One Two Two" herkese açıkmış, Alman subayı olmak şart değilmiş, Provence Sokağı 122 numara.
Hepsini anlatmaya kalksam SABAH yönetiminin bana ekiyle mekiyle bir "özel sayı" ayırması gerekecek, zaten içinde çok fazla yabancı isim de geçiyor, okuyucu sıkılır. Onlara içinde Leyla Zana gibi daha başka yabancı isimlerin geçtiği yazılar gerek...
Filmi çok seven genç bir gazeteci arkadaş "bir yanım 1920'lerin Paris'inde yaşıyor şimdi" demiş.
Ben oralardan hiç dönemedim ki!
Size de tavsiye ederim: Örneğin Budapeşte'ye gidin, Üllöi Caddesi'nde isyancıların karargâhı Kilian Kışlası'nı bulun (işhanı yapmışlar ama kapıda plaket var), arslanlar arslanı Albay Pal Maleter'le birlikte köşedeki Corvin Sineması'na doğru ilerleyen Kızılordu tanklarına ateş edin!
Size deli diyeceklerdir ama aldırmayın. Yaşasın manyaklık!