Egemen Bağış, Avrupa Birliği'yle ilişkilerimize bakan "başmüzakereci" bakan, geçenlerde bir laf etti. "Hiçbir ülke elli bir yıl bekletilmedi" dedi.
Doğru söyledi ama eksik söyledi.
"Hiçbir ülke de birliğe girmemek için elinden geleni bizim kadar ardına koymadı" diye de eklemeliydi...
Avrupa Birliği Türkiye'yi istemiyor, ister gibi yapıyor.
Biz de düne kadar girmek istemedik ama ister gibi yaptık.
Bu oyunun sonunda ya onlar pes edecekler (bazı ülkelerde zihniyetler ve iktidarlar değişecek), ya da biz "artık gerek kalmadı" diyeceğiz.
Türkiye, eski adıyla Ortak Pazar'a girmeye heves etti etmesine, fakat ortaklığa "uyum sağlamak için" kılını bile kıpırdatmadı.
Utanmasak "gireriz ama sizin şartlarınızla değil, kendi şartlarımızla gireriz" diyecektik. Biz üç korner yapınca onlar korner atmaya devam edeceklerdi ama onlar üç korner yaptıklarında biz penaltı çekecektik!
Türk ekonomisi, özellikle kambiyo rejimi değişmeyecek, gümrük duvarları sımsıkı duracak, çürük çarık "ithal ikamesi sanayii" kör topal gidecek, bürokrasinin kibarca "vesayet" adı verilen "gizli diktası" sürecekti... Genelkurmay "yarı bağımsız" konumunu sürdürecek, canı sıkılınca darbe de yapacaktı. Azınlıklar ezilecek, düşünce ve ifade yasakları sımsıkı korunacaktı. Avrupa bunu kabul edecekti.
Yutmadılar tabii.
Türkiye'de bu büyük devrimi yapacak bir siyasi güç de yoktu. Sağ iktidarlar eski alışkanlıklarına sımsıkı sarılıyorlardı, çünkü demokrat ve çağdaş sağı üretecek sermaye sınıfı da henüz emekleme aşamasındaydı. Sol bambaşka tellerden çalıyor, faşistler tarafından ezilmemesi ve hatta yokedilmemesi için gerekli güvencenin bağımsızlıkta değil tam tersine karşılıklı bağımlılıkta olduğunu bir türlü göremiyordu. (Bugün de göremiyor ama "yok hükmünde" olduğu için bu hiç önemli değil.)
Sonra kapitalizm gelişti ve güçlendi, sermaye sınıfı "eh artık girelim bari" diyebilme aşamasına geldi fakat gene de bürokrasiden korkuyor. Bu yüzden de bu büyük kavgada yaya kalıyor. İstanbul sermayesi, bayrağı Anadolu sermayesine kaptırmış olmaktan dolayı da fevkalade meyus... Çekingen davrandığı için geriye düştüğünü görebilse, aklını başına toplayacak.
Bu süreçte Menderes ve Demirel tarihte birer dipnot olarak kalacaklardır. (Yılmaz ve Çiller dipnot bile değil, birer "talihsizlik" parantezidir.)
Devrimi Özal başlatmıştır, Erdoğan daha da ileri götürmektedir.
Evet, çünkü Türkiye için devrim, "üretim araçlarına el koymak" falan değil, bir yandan kapitalizmi geliştirirken bir yandan da "muasır medeniyet seviyesi" olan günümüz Avrupası'nın kurallarını, ölçülerini ve değerlerini burada da tesis edebilmektir. Bu düzeye geldikten sonra birliğe girer ya da girmez, "girmiş kadar olur", önemli olan da budur.
Karl Marx'ın bir lafı vardır, "sınıflı toplumların tarihi, tarihöncesi sayılmalıdır" şeklinde...
Türkiye Cumhuriyeti'nin seksen yedi yıllık tarihinin en az altmış yılı da tarihöncesi sayılmalıdır. Çok kızacaksanız "çocukluk dönemi" diyelim. Türkiye Cumhuriyeti "rüştünü" ancak şimdi ispat edebilme aşamasına geliyor...
Bendeniz devrimciyim efendim. Onun için de Türkiye'nin liberal devrimini destekliyorum.
Ama düşmanlarıma sorarsanız "hükümet yandaşı" olmuşum ve bitmişim, ya da kendi kendimi bitirmişim...
Zarar yok, memleket "rayına otursun" da bitelim varsın. Kızıyordum ve üzülüyordum, artık umurumda değil. Türk basınına da dünyaya da kazık kakacak değilim.
Hamlet "geriye kalan sessizlik" der. Burada da geriye kalan körolası bir ekmek kavgasıdır.
Yarın yokum, bayramınız mübarek olsun, şimdiden kutlarım efendim. Bayramın ikinci günü buluşalım.