Herkes bilir: Bu ülkede "dini" bayramlar coşkuyla kutlanır, "milli" bayramlara yalnızca tatil muamelesi yapılır.
Elbette dini bayramları "Avrupa'ya ya da deniz kenarına kaçma fırsatı" olarak algılayan bir azınlıkla, milli bayramlarda faşistliği kabaran diğer bir azınlık bunun dışındadır.
Örneğin 30 Ağustos, gazetelerin "sürmanşetten vermezsek asker kızar" korkusuyla uyguladıkları bir "rutin" hatırlamaya indirgenmiş, ama oturup da "hipodroma girerken bir çiçek gibi açan Kuleli öğrencilerini" yüreği küt küt ata ata izleyen pek kalmamıştır.
Milli basketbol maçları, hipodrom törenlerinden çok daha heyecan vericidir. Hele hele Rusya ve Yunanistan maçlarının arasına sıkışan bayram, Rusya ve Yunanistan maçları kadar ilginç değildir.
30 Ağustos, bir avuç Ankara gediklisinden başka kimseyi ilgilendirmeyen "resepsiyonlarıyla", bitmez tükenmez Anıtkabir ziyaretleriyle ve yıllardır birbirinin tıpkısının aynısı resmi demeçleriyle, bir "asker bayramıdır" artık.
Çünkü efendim, büyük zaferin üstünden tam seksen sekiz yıl geçmiştir. Gençlerin gözünde "İstanbul'un fethinden" çok fazla da bir farkı kalmamıştır.
Artık siviller "Yunan ordusunu nasıl ezdiğimizi" değil, "vizesiz Yunan adalarına nasıl gitmeyi" düşünüyorlar.
Gazetelerde gene birtakım yazılar da yayınlanır tabii böyle günlerde, büyük taarruz nasıl planlandı, İzmir'e doğru ağlıyor musun anne, hey gidinin efesi, hoyda bre, falanca paşanın emireri anlatıyor, falan filan. Bunların da eski çekiciliği artık kalmamıştır.
Çünkü artık gazetelerin "Atatürk diktatör müydü" ya da "Hitler deli miydi" gibi müthiş(!) tartışmalarını hiç iplemeyen yepyeni bir kuşak gelmiştir.
Dün baktım, sevgili dostumuz Fatih Çekirge de bir 30 Ağustos yazısı kaleme almış.
30 Ağustos'un, hele bir Ankaralı olarak iyice bıkkınlık veren yaldızından sıkılmış, TBMM'nin gizli tutanaklarını incelemiş. İyi de etmiş.
Bu tutanaklarda, büyük taarruz öncesi Atatürk'e nasıl muhalefet edildiğini görmüş.
Gerçekten de, meclisin "ikinci gurubu", niçin bir türlü saldırıya geçilmediğini, niçin başkomutana olağanüstü yetkiler verildiğini sürekli sorguluyordu, 1922 yılının ilk aylarında... Yani Atatürk açık seçik eleştirilebiliyordu mecliste...
Hemen belirtelim: Bu tartışmalar abesti.
Çünkü ne zaman nereden saldırılacağı sivilin değil askerin işiydi ve saldırı planı, meclisin gizli oturumlarında bile uluorta tartışılamayacak kadar "nazik" ve "hayati" bir meseleydi.
Hatta ikinci grup, yani muhalif grup, Fransız Devrimi'ndeki Konvansiyon Meclisi'nin "delege" uygulamasından esinlenerek (Carnot, Fouche, Barras, Carrier) cepheyi teftiş etmeye doğrudan bir "meclis komisyonu" göndermek bile istemişti.
Sevgili dostumuz Çekirge, bu demokratik meclis ortamını çok beğenmiş ve savaşın işte böyle "muhteşem" bir meclisle kazanıldığını söylüyor.
Hayret... On yıl kadar önce "demokrasiyi sevmediğini" bana söyleyen de gene kendisiydi... Sevgili dostum büyük bir gelişme ve olgunlaşma içinde, ne de olsa yaşı da ilerliyor.
Peki sonra ne olmuş da o muhteşem meclis kuzu gibi, mum gibi olmuş?
Nasıl olmuş da ortalıkta muhalefet kalmamış?
Niçin meclis üyeleri, el kaldırıp indiren parti memurlarına dönüşmüşler?
"Milli mücadele meclisine kendi iradesiyle çatır çatır mebus seçip gönderen" iller, nasıl olmuş da "münhal bulunan bilmemnere mebusluğuna Ankara'dan aday atanmasını" asla tartışamaz ve sorgulayamaz duruma getirilmişler?
Bizim Fatih, incelemelerini derinleştirdikçe bunları da yazar, okurunu aydınlatır, umarım.