Rahmetli babam, borçlanmaktan "Allah'tan korkar gibi" korkar, borcun "en fena şey" olduğunu söyler dururdu.
Bundan elli yıl önce eve taksitle bir buzdolabı almak için bile anamın aylarca dil döktüğünü, babamın "tel dolap neyinize yetmiyor" inadını kırmak için nasıl çabaladığını dün gibi hatırlarım.
Onun kafasıyla gitseydim ne bir arabam olacaktı, ne bir bilgisayarım, ne de yurt dışına çıkmışlığım.
Sevgili Mehmet Barlas ağabey de, dünkü yazısında, "istemezük cephesinin" nelere karşı çıkmış olduğunu hatırlatmış: Televizyona... Boğaz Köprüsü'ne... Otoyollara... Yabancı sermayeye... Özelleştirmeye... İthalata... İhracata... Turizm yatırımlarına... Kıbrıs'ta çözüme... Kürt barışına... Avrupa Birliği'ne... Cuntacıların yargılanmasına...
Canım, eskiden de matbaaya, şimendifere karşı çıkmamışlar mıydı?
Bunlar neden böyledirler?
Sanırım bu zihniyeti iki ayrı düzeyde incelemek gerekiyor. Bir: Küçük ve gariban memur kafası... İki: Büyük bürokrat, yani "oligark" bencilliği.
Zavallı küçük memur, yokluktan ve yoksulluktan yakasını kurtaramayınca onu "içselleştirmiş", erdem sanmaya başlamış... Kendisi tüketemeyince kimsenin de tüketmesini istemiyor. Dişe dokunur hiçbir işe yaramamanın ama tıkır tıkır devletten geçinmenin verdiği rahatlıkla, değişiklik istemiyor, yenilik istemiyor. Ülkenin ve hayatın "bildiğinden farklı ve daha ileri" olması onu rahatsız ediyor. Çünkü, değişen ve gelişen bir hayatla başa çıkamayacağını, büsbütün ezileceğini seziyor. Kendi dar kalıbında belki mutlu değil ama hiç olmazsa sığınacak bir deliği var.
Büyük bürokrat da, yoksul ve küçük bir ülkeyi zart zurtla daha rahat yönetebileceğini biliyor.
Kapitalizm istemiyor, "pre-kapitalist" ve ucube düzen onun lehine...
Yani, kendisine rakip çıkacak, yönetimden pay isteyecek, daha da beteri, yönetimi onun elinden almak isteyecek "yeni sınıflar" doğmasını da istememiştir.
Bu nedenle de köylünün şehire gelip işçiye dönüşmesi ödünü patlatmış, onu köyünde tutmak için Köy Enstitüleri gibi dümenler bulmuş, uzun süre yol yapmamak için bile direnmiştir.
"Biz fakir ama onurlu bir ülkeyiz" edebiyatı her zaman işine gelmiştir.
Çünkü o zaman halktan "fedakârlık istemek" çok daha kolaylaşır. Ölüme sürmeyi planladığın köylü çocuklarını "ölmenin erdemine" ikna edebilirsen işinin çok kolaylaşacağı gibi...
Fakirliğin erdemine de, en kolay kendi "alt kategorini" ikna eder, verdiğin üç kuruş maaşla debelenmesini sağlarsın. (Senin de maaşın düşüktür ama göze görünmeyen ayrıcalıkların vardır, yani "reel gelirin" hiç de fena sayılmaz.)
Bu zihniyetin tohumları cumhuriyetin ilk döneminde atılmıştır.
Ve rahmetli babam gibi insanların, bir yandan yoksulluk dolambacında bunala bunala "kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri" sanmaları, işçiyi küçümsemeleri, köylüyü hor görmeleri, hele tüccara, sanayiciye, işadamına düpedüz hırsız gözüyle bakmaları sağlanmıştır. Onlara bu aşılanmıştır.
İlerleyen yıllarda bu kabuk çatladıkça huzursuz oldular. Direnmeye çalışıyorlar, başaramıyorlar, büsbütün delleniyorlar.
Bu, düpedüz "gericiliktir" işte. Ve yenilecektir. Bütün gericilikler günün birinde yenilmek zorundadırlar.
Şimdi Mehmet ağabey diyecek ki: "Peki, bu dirence çanak tutan basın mensuplarını nereye koyuyorsun?"
Uzun uzun incelemeye gerek yok canım, onların bir kısmı "bürokrat kökenli" oldukları için "doğal" tavırları bu, bir kısmı da sadece dangalak..