Çocukluğumuzda bize hep "Türkiye'nin fakir bir ülke olduğunu" söylerlerdi... Fakat bundan "gizli bir zevk" aldıklarını da seziyorduk... Ağlaşmayı seviyorlardı... Eğitim sistemimiz "faşizan" olduğundan, kimsenin bizi "tartışan ve sorgulayan özgür bireyler" olarak yetiştirmeye niyeti bulunmadığından, "peki öyleyse niçin onu zenginleştirmiyorsunuz sevgili büyüklerimiz" diye sormak aklımıza gelemiyordu!
Tam tersine! Ekonomiyi canlandırmaya, kapitalizmi geliştirmeye çalışanlar bürokrasi tarafından alaşağı ediliyorlardı. Fakirlik mi? O sürüyordu.
Fakirlik erdemdi çünkü memurlar fakirdiler. Üretim kötüydü, çünkü memura yakışmazdı... Tüketim kötüydü, çünkü memur tüketmezdi, daha doğrusu, tüketemezdi. Ticaretle uğraşmak, kadın satmak ya da uyuşturucu satmak gibi pis bir işti.
Çocukluğumuzda bize dayatılan diğer bir sorun da "memleketi kim kurtaracak" saplantısıydı. Kurtarmaktan, "düşmanlardan" kurtarmak anlaşılıyordu. 1922 yılından beri ortada düşman müşman kalmamıştı ama durduk yerde yaratılıyordu.
Memurun kafası, "azgelişmişlikten kurtulmaya" basmıyordu. Ya da bundan korkuyordu. Çünkü dengeler değişecek, ortaya yeni sınıflar çıkacak, bu yeni sınıflar "memur diktasını" sorgulamaya başlayacaklardı. İktidar (dönem dönem gizli, dönem dönem apaçık iktidar) elden gidecekti.
Turgut Özal'a yıllarca "dengeleri bozdu" diye küfür ettiler. Bu sözlerini dilimize tercüme edince ortaya "memur diktasını sarstı" cümlesi çıkıyordu... (Şimdi başka birisi "sarsmak değil bitirmek" üzeredir, nefretleri bundandır.)
Kurtulmayı doğru anlamıyla idrak edenler, bir ara sosyalizme yönelmeyi denediler. Böylece halkla kopuk olan bağlarını da sıkılayacaklarını sandılar. Tam tersine, halktan büsbütün uzaklaştılar. Türkiye'de sol, her zaman "kompleksli zengin çocuklarıyla memur çocuklarının hayalci ittifakı" olarak kaldı. Ortada dişe dokunur bir "işçi öğesi" yoktu. Köylü, tam tersine, sola yandaş değil düşmandı. Solcuların da temel dürtüsü aslında insanları "yoksullukta eşitlemek" oldu. Kökleri memurdu...
Kurtarmak, bir memur saplantısıydı.
Çünkü yıkılmış ve dağılmış bir imparatorluğun "kapıkullarının" mirasçılarıydı onlar, imparatorluğun bütün izlerini silmek, onu yoksaymak gibi çılgınca bir "memur basitliğine" kapılmış olsalar bile.
Bize de bunu dayattılar. En büyük korkumuz bölünmek, parçalanmaktı, çünkü bundan 1699 yılından beri, hani şu ünlü Karlofça Antlaşması'ndan beri korkuyorduk, iliklerimize işlemiş, bilinçaltımıza yerleşmişti! Korkunun da ecele faydası hiç olmamıştı ama.
Artık başka bir Türkiye doğmaktadır... Bu doğum çok geç bile kalmış bir doğumdur. Artık Türkiye "memleketi kimin ve nasıl kurtaracağını", daha da önemlisi "nelerden" kurtaracağını biliyor.
Şimdi "Osmanlı gerçeğimiz" kafalarımıza dank ediyor... Nihayet... Artık korkmuyoruz. "Yenilmişlik" burukluğunu üstümüzden attık. Bilinçaltımıza yerleşmiş "Osmanlı bozgunu" artık silinmektedir. Batı'ya karşı geliştirdiğimiz "aşağılık duygusunu" yavaş yavaş yenmekteyiz. Bu bir devrimdir. Türkiye için asıl devrim budur. Bunu da İstanbul uyuzu ya da Ankara kılı değil, Anadolu insanı başardı. Memur kuyrukçusunun "göbeğini kaşıyan ayı" diye aşağıladığı insan.
Türkiye'nin son doksan yıllık tarihini "kabuğunu çatlatma ve bürokrasinin de buna direnme tarihi" olarak okuyabilirsiniz. Fakat kabuk, çatlamanın ötesinde, artık kırılmıştır. Memur diktası tarihe karışmak üzeredir. Karışmamış olması Türkiye'nin ayıbıdır.
İttihatçılık ölmüştür ama uzun süre cesedini sürüklemiş, gömülmemiştir. Cenaze töreninin yirmi birinci yüzyıla sarkması bile, körolası "vakit kaybımızın" acı bir göstergesidir.
Son günlerin gözde tartışma konusu olan "medyada kim kalacak, kim gidecek" geyiğine bir de bu açıdan bakınız, kimlerin namazının kılınacağını, kimlerin helvasının karılacağını anlarsınız. Onlar da bunu gördükleri için huysuzlanıyorlar, şirretleşiyorlar, edepsizleşiyorlar zaten.
Çünkü korkuyorlar. Korkularının ecellerine faydası olmayacaktır.