Bu satırların yazarının "küfürbaz" olduğunu düşünen çoktur. Kaleminden bir tek galiz kelime çıkmamıştır ama Türkiye'de birine yapıştırılan yafta, ölünceye kadar kalır. Öldükten sonra da kalır.
Örneğin, herhangi bir lisenin ikinci sınıfında kompozisyon sınavına girse çakacak olan Abdülhak Hamit, ülkemizde yüz küsur yıldır "şair-i azam" olarak tanınmaktadır. Bunun gibi.
Etiketin yıkanmakla çıkmayacağını, atılan çamurun izlerini silmenin mümkün olmadığını bildiğim için, küfürbaz tanımından kurtulmaya hiç boşuna "tevessül" etmedim.
İçinizi rahatlatalım, küfürbaz olduğumu kabul edelim. Sağlık olsun. Kader utansın. Beğenmeyen okumasın, istemeyen çalıştırmasın.
Niçin mi, hiç de galiz olmayan ama kimilerine ters gelen kelimeler kullanıyorum?
İkiyüzlülükle mücadele etmek için, bu kesin...
Çünkü "yurdum insanı" sabahtan akşama kadar ana avrat dümdüz gider ama gazetede "eşek" kelimesiyle karşılaşınca "avv" der...
Nice "hanımefendilerden" öyle belden aşağı, öyle yakası açılmadık sözler duydum ki yüzüm kızardı...
Buna kızdığım için.
"Okumuş" ama çıtkırıldım olmadığım için de belki... Beşiktaş'ta, Köyiçi Mahallesi'nde, hani şu "çetenin çarşısında" büyüdüğüm için, muhakkak... Molla denilmesi için ağır oturmaya kalkışmayı kendime yediremediğimden, çünkü molla denilmesine ihtiyaç duymadığımdan... Herhalde... Kova Burcu bir şeyi "yapma" denilince inadına yapar, mutlaka bundan da...
Ama asıl, Türk olduğum ve Türkçe konuştuğum için. Yani, beylik olacak ama "insanlarla anlayacakları dilden konuşmak" gerektiğini bildiğim için.
Çünkü bendeniz "Journal of Social Scientific Studies"de makale yayınlayacak değilim efendim...
Üstelik ekmeğimi kazanmak için yazılarımın okunması gerekiyor, paşa babamdan maaşım, aileden köşküm, eşimden elmaslarım yok. Maaşı esas olarak üniversiteden alıp gazeteye de şan şeref için takılmıyorum. Yazılarım ilgi görmedikleri gün, açım. Hazıra dağ dayanmaz, bir köşeye koyduğum üç kuruş üç günde biter.
Ve de ısrarla savunurum: Türk insanının anlayamayacağı hiçbir konu yoktur, en ince düşünceleri, en yaman duyguları, en ağır bilgileri, en çetrefil sorunları şıp diye kavrar, yeter ki neyi nasıl anlatacağını bil...
Bunu bana "haminnem" öğretti.
Okuması yazması olmayan ama çok derin bir Osmanlı kadınıydı. (Cumhuriyet kızı değildi.)
Zeki bir kadındı, isteseydi okuma yazmayı ona iki haftada öğretirdim ama "tenezzül" etmiyordu.
Yıl 1974... Kıbrıs günleri... Anneannem epeyce yaşlı, ben de uzatmalı bir üniversite öğrencisiyim...
O dönemin gözde dergisi olan "Yankı" giriyor eve... Hani "Ankaralı mülayim faşistlerin" postalcı dergisi...
Kapağında Semih Sancar'ın resmi var. Sancar, "hükümetle genelkurmay arasında kurulmuş olan ve şimdilerde kimilerinin çok özlediği mükemmel uyum" sayesinde Girne'ye çıkmış, Lefkoşa'ya yürüyor...
Anneannem merak etti, sordu: "Kimdir bu adam?"
"Semih Sancar," dedim, "genelkurmay başkanı"...
Hiç anlamadı. "Yani kim oluyor?" dedi.
Düşündüm, anneanneme bunu nasıl anlatabilirdim?
"Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Semih Paşa" dedim.
"Yaaa..." dedi. Anlamıştı.
Sonra da ekledi: "Yakışıklı adammış maşallah."
Bu satırların Türk yazarı, Türkçe yazmayı sürdürecektir.