Ne zamandır seyretmek istiyordum, nasip kısmet bugüneymiş... İzledik, nitekim!
Atilla Dorsay'dan ses çıkmadı ama okurlarımızdan Sayın Deniz Yayın, bana filmin bir kopyasını göndermiş...
Şu meşhur "Paralı Askerler" filmi canım... "Soldiers of Fortune" ... Amerika'da "You Can't Win'em All" adıyla da biliniyor ( "Hepsini Kazanamazsın" .)
1969 yılından beri merak ederdim... Tam kırk yıldır... Bu kadar kötü çıkacağını hiç tahmin etmemiştim!
Orta halli bile değil, basbayağı dandik bir serüven filmi. Peter Collinson denilen sekizinci sınıf "esnaf" yönetmenden de daha iyisini beklemek abesti...
İlginç olan tek yanı, kırk yıl öncesinin Tony Curtis, Charles Bronson ve Michele Mercier'sinin yanısıra, karşımda birdenbire kırk yıl önceki Fikret Hakan'ı, Salih Güney'i, Erol Keskin'i, hatta rahmetli Şişman Yüksel'i (Gözen) buluvermek oldu.
Bir diğer özelliği, 1922 yılında geçmesi... Türkiye'yi hiç tanımayan dangalak bir senaryo yazarı tarafından kaleme alınmış, içine bol bol "turistik" öğeler katılmış. Kapadokya, Efes, İstanbul surları, Çırağan Sarayı yıkıntısı, falan filan.
Michele Mercier, Balıkesir valisi Osman Bey'in kızı (1922 başlarında Balıkesir'de Türk vali nasıl oluyorsa?), kıçı başı açık dolaşıyor... "Gizemli harem" olacak ya filmde... Saçı örtülü ama göbeği meydanda şark dilberi... Ortalama Batılı erkeğin düşlerini gıdıklayacak... Osman Bey de bol bol dansöz oynatıyor, yanıbaşında imam da var.
Fikret Hakan, bunun adamı Albay Ahmet Elçi'yi oynuyor... Yıl 1922 ama albayımın soyadı bile var, padişah yanlısı Kuvayı İnzibatiye albayı çağının ilerisinde!
Bu kuvvetlerle Kuvayı Milliye arasında, olaydan iki yıl öncesinde kalmış çatışmalar, İzmir rıhtımında sekiz yüz kişiyi öldürüp altın kaçırmalar falan filan, bir sürü saçmalık...
Bir de "Mustafa Kemal Paşa'yı andırması istenmiş" bir komutanımız var ki, film sansürden herhalde bu yüzden geçememişti... Türkiye'de bir türlü gösterilemedi.
Olay 1922'de geçiyor ama sivil giysiler ve saçlar mis gibi 1969 modasına uygun... O yıllarda hiç özen gösterilmezdi "dönem filmi" ayrıntılarına.
Gençler bilemezler, bu dandik film kırk yıl önce Türkiye'yi birbirine katmıştı. Magazin basını filmin reklamını yapmak için maymun olmuştu.
Bugün Aydın Doğan grubu yazarlarında "Osmanlı'ya küfür etmek" şeklinde yeniden su yüzüne çıkan aşağılık kompleksimiz o dönemde öylesine doruklardaydı ki, Amerikalı filmciler "bizimle ilgilendiler" diye sevindirik olmuştuk!
Vay be, bizi adam yerine koymuşlardı, üstelik kurtuluş savaşımızda geçen bir film yapıyorlardı! "Efsanevi artistler" ülkemize gelmişler, herhalde rakıyı, şiş kebabını ve Boğaziçi'ni de çok beğenmişlerdi!
Sonra baktık, bu film hiç de öyle bizim alışık olduğumuz kurtuluş savaşı filmlerine benzemiyordu... "Vur kırlı" bir filmdi alt tarafı... Bu ne cüret, bu ne saygısızlıktı!
Hele hele, Atatürk'e benzeyen bir adam çıkıyordu filmin sonunda... (Meğerse Michele Mercier de, işbirlikçi görünmekle birlikte bizim "çılgınlara" çalışan bir gizli ajan değil miymiş? Orospu dedik, kahraman Türk kızı çıktı, vallahi helal olsun!)... Büyük Atatürk'ün sureti, adı konulmasa bile, hem de böyle bir filmde, gösterilebilir miydi? Kıyamet kopardı... Kurtuluş savaşı filmi dediğinde, tercihan Ayhan Işık oynayacaktı (Binbaşı Kemal Ayyıldız!), bir yumrukta otuz Yunanlı devirecekti, Yunanlı albay da Atıf Kaptan... Şarap içen yarbay, Kayhan Yıldızoğlu... Irz düşmanı Yunan çavuşu, Ahmet Tarık Tekçe...
Aynı kafa, şimdilerde TRT için çektiği "müsamerelerde", tipi bozuk görünsün diye Yunan subaylarını ya Macit Koper'e oynatıyor, ya sevgili dostum Cezmi Baskın'a...
Neyse canım, Ziya Öztan üzülmesin, Peter Collinson ondan da kötü bir yönetmenmiş.