Dünya da Türkiye de o kadar hızlı değişti, biz de "özel hayatımızı" çok şükür o kadar dolu yaşadık ki, yaşım alt tarafı elli altı, kendimi "moruk" hisseder oldum.
Dolayısıyla "kuşaklar arası kopukluk" da başladı, ona buna "güzel evladım, şirin çocuğum" gibilerden akıl vermeler de, "gençler bunu bilmezler" havaları da...
Fakat çok bilen de çok yanılabiliyor tabii. Eleştiriler de geliyor. Gelecektir.
Yok, "kayalık gölgesini Atatürk'e benzetip şenlik düzenlemekle" ya da "milli maça Atatürk 'ikonası' çıkarmak ve onun doğaötesi gücünden medet ummakla" dalga geçmemi "yedek kulübesinde Atatürk posteri görmekten rahatsız olmak" şeklinde utanmazca çarpıtan okurlara yanıt vermem. Ya algılama bozukluğu sözkonusudur, ya düpedüz puştluk. Fakat "iyi niyetli" eleştiriye elbette açığım.
Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, dün bana bir kılçık atmış.
"Goralı sandviçin" Cem Yılmaz'ın Gora filminden esinlenilerek icat edildiğini sanmıştım, meğerse tersi geçerliymiş. "Goralı" uzun süredir, filmden çok önce de satılırmış büfelerde...
Memlekette kıyametler kopuyor, ortalık Ergenekon çetesinin son kılıç artıklarının enselenmesiyle inliyor, sırada bakalım daha kaç "numaralar" var, ama bendeniz bu çok daha önemli konuda yanıldığımı kabul ve itiraf ediyorum. O kadar utandım ki, belki sürekli sarı basın kartımı Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'ne iade etmeyi, hatta Gazeteciler Cemiyeti'nden istifayı bile düşünebilirim!
Bir açık daha vereyim: Goralının içinde gerçekte ne olduğunu da bilmiyorum! Gezinirken tabelada gözüme ilişmişti... Sosis galiba... Büfelerden beslenmeyi kırk yıl öncesinde bıraktığım için yeni gelişmeleri izleyemedim, biz "sütlü muzda" falan kalmıştık, çok da pahalıydı, tam iki buçuk lira!
Aynı zamanda üzüldüm.
Yanıldığımdan değil, "sokakların tarihinin bizden sonra büfe menüleri tartışmasına bağlandığını" gördüğüm için.
"Entel delikanlılar ve kızlar Taksim büfelerini paylaşmışlar" biz görmeyeli, hatta aralarında "Kızılkayacılar" ve "Bambiciler" şeklinde fraksiyon ayrılıkları da belirmiş! Sokakların tarihini iyi bilen Engin Ardıç bu hatayı nasıl yaparmış?
Haklısın oğlum, bizim zamanımızda "66'cılar" ve "Varolcular" fraksiyonları vardı! (Ferhan ağabeyin iyi bilir.)
Ne yapalım, "tost ve sandviç sektöründeki" gelişmeleri izleyemedik, dincilikle mincilikle ilgimiz olmadığından biz o sıralar "siyah Arjantin içine duble votka" üzerine çalışıyorduk, yüz yetmiş beş kuruş, elli kuruşluk da tuzlu fıstık alacaksın yanına... (Ferhan ağabeyin iyi bilir.)
Haa bak, ellili yıllarda Beyoğlu'nda "espresso" da vardı "cappucino" da, "mortadellalı" sandviç de vardı, Rumlar gidince birdenbire ortadan kayboldular. İstanbul, kahve çeşitlerini yirmi yıldan fazla süreyle unuttu! Espresso ve cappucino, beğenmediğiniz Turgut Özal döneminde hatırlandılar ve İstanbul onları yeniden keşfetti, çok da sevdi... (Senin şimdi şimdi takıldığın NişantaşıTeşvikiye taraflarında Ömür Pastanesi'nden başka bir halt yoktu, orada da limonata ve "üçgen" pasta, yaşımız tutmuyor, ne yapalım?)
Altmışlı yıllarda kala kala bir kaşarlı tost kalmıştı, bir de sucuklu... İkisini biraraya getirip içine bir de domates koymayı, yani "yengen"i ilk kez Emirgân'da bir büfeci akıl etti de Türk büfeciliğinde devrim yaptı!
Sonra, Antalyalı Ahmet'in "baharatlı ve kendine özgü" kıtır hamburgerleri geldi tabii. Geceyarısı meyhaneden çıkıp Kristal'e gitmek modası doğdu.
Eh, bu da "Türk büfecilik tarihinin prehistoryasına" katkım olsun!
Ama Ahmet Hakan kardeşime bir şey söyleyeceğim: Kenan Paşa sizi fazla ehlileştirmiş yahu... Biz daha ziyade "Cancılar" ve "Aynurcular" şeklinde bölünürdük, sonra bir de "Havalı Deniz" çıkmış, ona yetişemedik, mizah dergilerinde okuduk.
DevYol-DevSol saçmalıkları çok daha sonradır. O sıralar Türkiye'nin tadı kaçmıştı, kimsenin ne tost görecek hali vardı ne sandviç ne de karı kız.