Başlarken
Bugüne kadar rüyalarla ilgili 10 dizi ya da programdan 8'i bilime değil köhnemiş rüya tabiri kuramına prim verdi. Biz ise farklı bir yol izlemeye çalıştık. Esra Tüzün, bilim adamlarıyla konuştu: Onlar rüyalara nasıl yaklaşıyordu? Bense hem nörolojik verileri, istatistikleri gözden geçirdim, hem de değişik dünya görüşlerinin, kültürlerin rüyayı nasıl anlamlandırdığını ortaya koymaya çalıştım. Diziyi baştan sona okuduğunuzda rüyaların ne kadar farklı açılardan ele alınabileceğini göreceksiniz.
Hiçbir toplum, hiçbir din, hiçbir ideoloji rüyaları kendi haline bırakmamıştır. İnsanların rüyaya olan merakını kullanmış ve denetlemeye çalışmıştır. Yazı dizisinin son bölümünde İslami kültür açısından rüyalara bir göz atacağız. Ancak elimizde öyle bir örnek var ki... Eski toplumlarda rüyalara nasıl yaklaşıldığını çok güzel gösteriyor. Gelin 16'ıncı yüzyılın önemli Halveti şeyhlerinden Sünbül Sinan Efendi'nin 'Tarikatname' adlı kitabına bir göz atalım. Tarikatta uyulacak kuralları anlatırken bakın müritlerine ne diyor: "Her ne düş görürse şeyhe arz eyleye; tabir iderse dinleye, itmezse tabir nedür dimeye... Ve şeyhten gayrıya vakasın dimiye, meger şeyh tayin idüp tabire izin virdügi adem ola, ana diye... Ve pişkademden öndin vakıa arz itmeye, meger ol olmadugı meclisde ola yahud danışa..." Bugünkü dile çevirirsek: Mürit bir rüya gördüğünde bunu şeyhine anlatacak. Eğer şeyh bu rüyayı yorumlarsa; ne ala! Can kulağıyla dinleyecek. Eğer şeyh bir yorum yapmazsa, 'Acaba anlamı nedir' diye sormayacak... Bitmedi! Ayrıca, mürit, şeyh izin vermedikten sonra bu rüyasını başka birine de anlatmayacak. 'Pişkadem'den (tekkede ayin için önayak olan ve şeyhin yardımcısı sayılan derviş) önce rüyasını anlatmayacak, vs.
RÜYALAR ANARŞİSTTİR
Bu ilişkide ne görüyoruz?
1) Kişi (mürit) zihnini kurcalayan bir rüya görüyor.
2) Bunu birisine anlatma ihtiyacı duyuyor. Çünkü ona rüyaların gelecekten haber verdiği... Ayrıca Allah ve Peygamber ile bir bağlantısı olduğu öğretilmiştir.
3) Ancak şeyh rüyanın uluorta anlatılmasına izin vermiyor. 'Sadece bana ya da benim işaret ettiğim kişiye anlatabilirsin' diyor. Bireysel yorumu yasaklıyor. Ayrıca müridi, yardımcısının da hakimiyeti altına sokmuş oluyor.
4) Böylece şeyh yorum yapma yetkisini elinde tutuyor. Yani tarikat içinde zaten bin bir kuralla bağlanmış olan kişinin, belki de tek özgürlük alanı olan rüyaları da denetlenmiş oluyor. Peki bunca çaba niye? İlk bakışta rüyalar önemsiz bir konu gibi görünüyor. Öyle ya... Onca ekonomik, siyasi mesela varken rüyalarla uğraşmak niye? Bazıları böyle düşünse de gerçek bu değil. Yukarıda da gördüğümüz gibi, rüyaların çevresinde bir 'sosyal koza' örülüyor. Rüyalar asla kendi haline bırakılmıyor. Bu çabanın ardında birkaç neden var... Bir kere rüyalar geleneklerle ve ahlak kurallarıyla çatışıyor. Düşünsenize... Mesela ahlaki kurallar "Harama uçkur çözme" diyor. "Komşunun malına göz dikme" diyor. Halbuki milyonlarca erkek rüyasında, karısını aldatıyor... Milyonlarca kadın, komşusunun pahalı kolyesini rüyasında kendi boynuna takıyor... Hadi buyrun bakalım! Kurallar, kanunlar rüyalara sökmüyor. Rüyalar, bireylerin özgürlük alanı olarak her türden iktidarın karşısına dikiliyor. Peki buna izin verilir mi? Verilemez! Toplum hangi rüyayı göreceğimizi denetleyemese dahi, onlar hakkında neler yapmamız gerektiğini bize söylüyor. İkinci önemli nokta da şu... İnsanlar rüyaların öteki dünyayla, ilahi güçlerle ilişkisi olduğuna inanıyor. Kısaca ifade edersek rüyaların Tanrı'dan gelen mesajlar olduğu düşünülüyor. Şimdi sıradan birisi çıkıp "Tanrı bana peygamberlik görevini verdi" derse... Birileri de onu takip ederse; ne olacak? Düzen bozulacak! Hiyerarşiler sarsılacak! Kargaşa çıkacak! O halde buna da izin verilemez... Bu yüzden eski toplumlarda (ve günümüzde) din adamları ve diğer yorumcular kişiyle rüyası arasına girmeye çalışıyor.
DÜŞTE DEMOKRATİKLEŞME
'Eski ve geleneksel' diyerek klasik rüya tabircilerini küçümsediğimi sanmayın. Onlar çok önemli bir gerçeği kavramışlardı: "Dile getirilmediği, anlatılmadığı sürece rüyanın bir önemi yoktur." Yani rüyanın diliyle, onun hakkında konuşan dil arasında önemli bir fark vardı. Ve bütün olay bu yorumlama diline hakim olmaktı. Böylece Freud'a geliyoruz. Aslında bir hekim olan Sigmund Freud, 1900 yılında 'Rüyaların Yorumu' adlı kitabını yayınladı. Bu kitapta rüyaların 'bilinçdışı' ile ilgili olduğunu öne sürüyordu. Ona göre bilinçdışı arzular ve çatışmalar rüyalarda kendini gösteriyordu. Tabii kılık değiştirmiş bir biçimde! Freud'un çok eleştirilmiştir. Ancak önemini teslim edelim: İlk kez bu çalışmayla rüyalar bilimin konusu haline geliyordu. Freud'dan önce bilimciler rüyalara dudak bükmüş, onları dinin ve geleneklerin alanına tek etmişti. Halbuki Freud rüyaların ilahi güçlerle olan bağlantısını koparmıştı: Rüyanın mesajı 'yukarıdan' değil, 'aşağıdan' veriliyordu. Tanrının mesajını değil, bilinçli haldeyken kabul etmek istemediğimiz arzuların mesajını getiriyordu.
POZİTİF BİLİMLER DEVREDE
Ancak bir noktada Freud da, klasik tabirciler gibi düşünüyordu: "Önemli olan rüya değil, onun yorumlanmasıdır." Ne var ki eskilerden farklı olarak Freud, rüyaları 'demokratikleştirme' yönünde ileri bir adım atmıştı. Rüyanın hakikati artık şeyhin, şamanın iki dudağı arasında değil, bizzat rüyayı görende gizliydi. Peki bilinçaltından gelen bu mesaj nasıl çözülecekti? Bu kez de yeni bir 'aracıyla' tanıştık: Psikanalizci! Rüyayı görene o yardımcı olacaktı. Böylece rüyanın karmaşık dili, gündelik hayatın anlaşılır diline çevrilecekti. Sonunda da kendimize bir türlü itiraf edemediğimiz gizli arzularımız ortaya çıkacaktı. Ancak bilim, Freud ile yetinmedi. Devreye nörologlar, biyologlar ve diğer uzmanlar girdi. Mesela EEG (elektroensefalogram) cihazıyla beyin-uyku-rüya ilişkileri detaylı bir biçimde araştırıldı. Oradan çıkan sonuçları yarın ele alırız.