AK Parti'nin 12 Haziran seçimlerinden %50 gibi ezici bir oy oranıyla çıkması sadece Türkiye'nin siyasi tarihi açısından bir istisnaya işaret etmiyor. Batı'nın Türkiye algısına dair soruların sorulmasını da gerekli kılıyor. Batı, Türkiye'deki vesayet kurumlarını değişmez partnerleri haline getirmenin maliyetini, AK Parti iktidarları döneminde acı bir şekilde ödemek zorunda kaldı. Neredeyse hemen her kritik dönemeçte, Türkiye'nin aldığı pozisyonu ya kategorik olarak anlamadılar ya da arzuladıkları adımların gerçekleşmesi için beyhude bir çabanın içerisine girip durdular. Türkiye'nin son on yılına dair Batı'da yapılan siyasi analizleri üç başlık etrafında ele almak mümkündür. 1) Tarihsel olarak Türkiye ile doğrudan bir hikâyesi olan Avrupalı tahayyül 2) Türkiye'nin Irak işgaline iştirak etmemesi ve AK Parti iktidarının siyasi kimliğinden dolayı verilen Amerikalı neocon tepkiler 3) Amerikan "imparatorluğunun" soğukkanlı Türkiye jeopolitik okuması.
Batı AK Parti'nin seçimleri kazandığının farkında mı?
Avrupa'nın Türkiye algısından bahsettiğimizde oldukça derin siyasi, sosyolojik, tarihsel ve askeri bir muhayyileden bahsediyoruz. Toplamda Avrupa'nın icat ettiği "doğu" ve "Ortadoğu" algısının tayin edici başat aktörü olan Türkiye'den bahsediyoruz. Bütün bu önyargılar ve birikimlerin üzerinden yapılan Türkiye analizleri hala etkili konumunu koruyor. Bunda da şaşılacak bir durum yok. Özellikle kapitalist kriz sarmalının ortaya çıktığı son on yıl içerisinde, Avrupa'da, sadece Türkiye'ye dair değil, toplamda "öteki"ye dair derin bir tartışma başlamış durumda. Milenyumdan bu yana Avrupalı entelektüel tartışmanın göbeğinde "nasıl bir Avrupa?" ve "Avrupa nedir?" gibi sorular en yaygın tartışma konularını oluşturuyor. Bu tartışmaların ortasında oluşan Türkiye okuması, AB sürecinin başlamasıyla beraber Avrupalılarının Türkiye değerlendirmelerini daha da zora sokmuşa benziyor. Özellikle dış politika ve ekonomide Türkiye ile kritik bir partner olarak çalışmak yerine, Türkiye'nin pozisyonunu daraltmayı merkeze alan beyhude bir strateji izliyorlar. Hem jeopolitik hem de ekonomipolitik açısından Türkiye ile insicamlı bir siyaset yerine, süreçleri tıkayıcı veya geciktirici bir siyaseti tercih ediyorlar. Bu tutumları elbette Türkiye'nin iç siyasetini okumalarına da yansıyor. 2007 seçimleri öncesi Financial Times'ın "CHP'ye oy verecekler ama AK Parti'nin iktidarda kalmasını istiyorlar" şeklinde haberleştirdiği yerli kapitalistlerimizin ironik durumuna, 12 Haziran seçimlerinde bizzat Avrupalı yayın organları da düştüler. Avrupalılarda rastlanan şizofrenik algının bir benzeri ABD için de geçerli. Türkiye, Irak işgaline ortak olmayı reddederek 40 yıllık Türkiye- ABD ilişkilerinin süregelen dinamiklerini alt üst etti. ABD'li neocon çevreler, ilk anda verdikleri panik tepkilerin ardından kendilerini toparlayarak yaşananın bir yol kazası olduğuna hükmettiler. Lakin bu toparlanmanın ardından Türkiye'ye dair yapılan analizler yaşanan yapısal kırılmayı idrak etmekten çok uzaktı. Bunun en somut delili Wikileaks belgeleriyle tescillenmiş oldu. Neocon Türkiye algısı tıpkı tezkere gibi AK Parti iktidarını da geçici bir durum olarak değerlendirdi. "Bizim çocuklar olaya el koyacak" yaklaşımı 12 Eylül referandumuna kadar devam etti. 2007'deki %47'lik seçim zaferi bile, neoconların Türkiye'de yaşanan yapısal dönüşümü anlamasına yetmedi. 2009 yerel seçimlerinden abartılı genel analizlere ve indirgemelere bir umutla sarılan bu yaklaşım tarzı, ancak %58 ile kısmen sakinleşebildi. Aynı yıl içerisinde ABD'de iktidarını da kaybeden neocon yönetim, bu sefer de vekâleten İsrail üzerinden Türkiye'ye dair algıyı Washington'da şekillendirme gayreti içerisine girdi. Tahran anlaşması ve Mavi Marmara ile zirveye ulaşan bu gerilim, jeopolitik gerçekler ve AK Parti'nin tekrar iktidar olacağı hakikati karşısında, daha realist bir düzleme oturmuş durumda. Aslında durum açık: Türkiye ve ABD bölgemizde aynı sorun alanlarında farklı veya benzer pozisyonlarda var olmak durumundalar. Bu tespiti soğukkanlı bir şekilde yapabilen Washington odakları, eski Türkiye'den ve eski Türkiye'ye konuşanlardan nispeten ayılmaya başladılar. Bu çok güçlü bir kopuş olmasa da, Türkiye'de yaşanan yapısal dönüşümü anlamaya matuf bir çabadır. Reel siyasete izdüşümü Irak üzerinden test edilmiş, Suriye üzerinden daha da yoğunlaşacak bir alana tekabül etmektedir. 12 Haziran seçimleri öncesi neocon medyada Erdoğan'a atfen çıkan "iyi diktatör" yakıştırmaları Batılı Türkiye tahayyülünün en trajik örneğini teşkil etmektedir. İktidara geldiğinden beri iki senede bir seçime girmiş olan Erdoğan'a "İyi diktatör" denmesi Türkiye'yi bir kez daha okuyamamanın nişanesi olarak da ele alınabilir. Türkiye içerisinde, bir türlü kaybedemeyenlerin, bir türlü yenilemeyenlerin sosyal muhayyilesinin rafine bir tezahürü olan Batılı yansımaya denk gelmektedir. Bu yaklaşımın yerli versiyonlarının içine düştükleri trajikomik durumu anlamakta zorlanmıyoruz. Lakin geldiğimiz nokta itibariyle hangisinin yumurta hangisinin tavuk olduğu konusunda kafamız iyice karışmış durumda. Batı AK Parti ve Erdoğan ile benzer bir şizofrenik zihin örgüsü ile muhatap olmaya devam edecektir. Eski Türkiye'yi özleyerek Yeni Türkiye ile muhatap olacaklar. Bu ironik durum ise Türkiye'yi doğru okumalarını ya engelleyecek ya da geciktirecektir. Türkiye açısından bu durumun fazlaca hayıflanacak bir yönü bulunmamaktadır. Bölgemiz allak bullak olurken, yeni Türkiye'yi bile fark edemeyenlerin; yeni Ortadoğu'yu idrak etmeleri pek mümkün görünmemektedir. Öyle ki Erdoğan'ı "iyi diktatör" olmakla suçlayanlar hala kendilerini "diktatörlere" yatırım yapmaktan ya da ömürlerini uzatmaya çalışmaktan alamıyorlar. Bölgemizde yeni dönemi, eski düzenin uzatmalarına değil yeni düzenin inşasına yatırım yapanlar kuracaklar.