2010 yılında Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanlığına gelmesiyle CHP'de var olan statik siyasetin makas değiştireceği ve daha sosyal demokrat bir siyasetin önünü açacağı beklentisi CHP tabanını kuşattı. CHP gibi kemikleşmiş bir siyasi çizgiye sahip partilerde bunun kolay olmayacağı herkesin malumuydu, o nedenle Kılıçdaroğlu liderliğindeki yeni CHP yönetimine zaman tanındı. Geçiş süreci diye tanımlanabilecek bu sürecin ilki 30 Mart'ta başlayan seçim maratonundan önce tamamlanması gerektiği birçok kesim tarafından dillendiriliyordu. Ancak bu mümkün olmadı ve CHP maratonun ikinci seçimi olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği adayın başarısızlığının ardından olağanüstü kongreye gitmek zorunda kaldı. Muhalifler adayın kendilerinden bağımsız bir şekilde belirlendiğini öne sürerek faturayı Kılıçdaroğlu'na kestiler. Ancak asıl sorunun adayın kendilerine sorulmadan tayin edilmesinden mi yoksa CHP'nin kemikleşmiş misyonuyla taban tabana çelişki taşımasından mı kaynaklandığı ayrı bir tartışma konusu.
CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayına giden bu süreç kabaca yukarıdaki gibi özetlenebilir. En azından bu kurultayda CHP'nin bir paradigma değişikliğini ve yeni bir siyaset anlayışını tedavüle sokması maratonun son seçimi olan 2015 genel seçimlerine yönelik başarı beklentisini mümkün kılabilirdi. Ancak kurultaydan sonra konuşulan CHP siyasetinin ne olacağı, nasıl şekilleneceğinden çok Kılıçdaroğlu'nun genel başkan adayı olması için imza veren delege sayısıyla sandıktan kendisine çıkan oylar arasındaki farktı.
Kılıçdaroğlu'nu aday göstermek için imza atan 944 delegeden 204'ü sandıkta Kılıçdaroğlu'na destek vermedi. Bu kadar yüksek sayıda delegenin sandıkta aleyhte oy kullanması ya parti içi baskıya maruz kaldıklarına işaret ya da kurultay esnasında Kılıçdaroğlu'nun sert ifadelerle muhaliflerini itham etmesine tepki olarak okunmalıdır. Her iki ihtimal de CHP üst yönetimiyle tabanı arasındaki makasın ne kadar açık olduğunu göstermektedir.
Delege, üst yönetimin baskısını üzerinde hissettiği sürece parti içi demokrasiden bahsedilmesi mümkün değildir. Bu da 'yeni' arayışların önünü kapatmak anlamına gelir ki; CHP'nin içinde bulunduğu sıkışıklık düşünüldüğünde partinin ihtiyacı olan son şey bu olmalıdır. Ancak Kılıçdaroğlu'nun Utku Çakırözer'e verdiği röportajda kendisini desteklediğini beyan eden fakat sandıkta oy vermeyen delegelerin durumunu 'ikiyüzlülük' olarak nitelemesi, Kılıçdaroğlu'nun özeleştiriden ne kadar uzak olduğunu göstermesi bakımından üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Bu ifade biçimi seçimlerde CHP'ye oy vermeyen halka yönelen aşağılayıcı/ öteleyici ithamları akla getiriyor.
Kılıçdaroğlu, kendi delegesini ahlaki değerler üzerinden yargılayarak sonucun sorumluğundan kaçmaya çalışıyor. Böylece süreç sonunda kendisine yönelmesi muhtemel eleştirilerin yönünü delegeye çeviriyor. Kılıçdaroğlu ve CHP üst yönetimi, tabanın teveccühünü kazanmak istiyorsa delegenin davranışını değil delegeyi bu tavra iten gerekçeleri sorgulamalı.
Kılıçdaroğlu'nu aday gösteren delegeleri ahlaki açıdan sorgulamak üzerimize vazife olmadığına göre delegeyi sandıkta oy vermekten uzaklaştıran nedir sorusunu sorabiliriz. Bu soruya cevaben akla ilk gelecek olan parti içi demokrasi sorgulamasıydı. İkinci gerekçe de Kılıçdaroğlu'nun kongre konuşmasında kullandığı sert üslup olabilir.
Muhaliflere atfen söylendiği düşünebilecek 'içki masalarında CHP'yi kurtarmak', 'partiyi temizlemek' gibi ifadelerin de delegenin tepkisini çekmiş olma ihtimali söz konusu. Bu ifadeler, siyaset arayışına cevap olmadığı gibi CHP içerisindeki hizbin derinleşmesine neden oldu.
Dolayısıyla, kongre sonrasında doğal olarak tartışılması beklenen 'CHP'nin yeni siyaseti ne?' sorusuna ise alınamayan oylar, üslup ve ahlak tartışmaları nedeniyle ne bu yazıda ne de CHP içerisinde şimdilik cevap aranamadı.