Bir derdimiz var, açık olalım: Aleviler bu toprakların gerçek ötekileridir! Ve Başbakan'ın cesur çıkışlarına rağmen hâlâ geçerli ezber ve Kemalist tarihin karanlık odalarındaki büyük utançtır onlar. Bakmayın siz derin devletin devşirdiği celladına tapan birkaç örneğe. İçimizin hakikati başka bir lisanla konuşur...
Ne zaman bu kalbi kırık, mazlum halkı kullanmak isteyen ölüsevici kötülüğe şahit olsam, aklıma hep çocukluk kankam Rıza gelir.
Rıza yan komşumuzdu. Kiracıydılar. Fakirdiler. Babası kumarbazdı, iflas edip dururdu. Rıza ile ayrı okullara gidiyorduk. Mahalledeki Tazmanya Canavarı kılığındaki çocuklardan farklıydık. Ben sürekli yazıyordum. O da mâniler okuyor, bana meseller anlatıyor, hangi kitabı versem birkaç günde bitiriyordu. Ben kendimi seçkin, aristokrat, sarışın filan sanıyordum, o ise tam anlamıyla Karakafa bir Anadolu'ydu.
Çok önceden Maksim Gorki'nin Ayaktakımı Arasında'sını büfenin altında keşfetmiş, Dickens'ı eski gazetelerin arasından çıkarmış şanslı çocuklardandım. Ailemin, hayat onları pata küte pataklayarak sersem etmeden önceki hayatlarından kalma güzellikleri Adalı Halil Pehlivan tefrikasıyla birlikte elde etmiştim.
Sessizliğiyle ünlüydü Rıza. Ezik bir duruşu vardı.
O orta ikiye gidiyordu ben üçe. Edebiyatla, şiirle ilgilenen bir biz vardık. Kompozisyon yarışmalarında başa oynardık. Tabii bu, semtte aforoz edilmemizi hızlandırır, inek meczuplar olarak birbirimize yaklaşmamızı sağlardı.
Rıza'nın babası yine dibe vurmuş, Rıza'yı okuldan alıp işe vermeye karar vermişti. Gidip anneme yalvardım, yakardım. Anam duygu şelalesi bir kadındı. İkna etmek zor olmadı. Hayırdır, sevaptır dedi. Ağırlığını koydu, babamı ikna etti. Ve Rıza bize taşındı. Bizim odaya bir yatak daha attık. Evimiz şenlendi.
Ben, kardeşim ve Rıza bir edebiyat kulübü olduk. Yazdıklarımızı birbirimize okuyoruz. Eleştiriyoruz. Çok mutluyuz...
O sıralar Doğan Kardeş diye bir dergi var. Bir kompozisyon yarışması açtı o dergi. Bizim gibi arka mahalle veletleri açısından mühim bir dergi ama ben önemsemiyorum. Gözüm büyüklerin dergilerinde yazmakta!
Rıza bir öykü yazıp o derginin yarışmasına göndermez mi? Üstelik yazdığı değerlendirmeye alınmaz mı?
Aldı mı beni bir kıskançlık! Kudurdu mu içimdeki şehirli Beyaz! Ne demekti yani! Türkçeyi kötü kullanan köylünün cüretine bak?
Oturdum evdeki daktiloyla bir yazı yazdım okulun müdürüne. İşte öğrenciniz Rıza açtığınız yarışmada birinci olmuştur, kendisini Sultan Ahmet'teki adresimize bekliyoruz diyerekten.
Rıza akşam eve sapsarı bir yüzle, hüngür hüngür ağlayarak geldi! Mektup okula varınca büyük bir tantana olmuş. Alkışlarla müdür tarafından dergiye yollanmış. Oradakiler bile çocuğun durumuna üzülmüşler. Müdür okulda bir soruşturma açmış.
Benim utançtan elim ayağım kesildi. Ne yapmıştım ben? Bu nasıl bir hainlikti?
Rıza zeki adamdı. Ertesi sabah kan çanağı gözlerle, mektuptaki bana has kelimeleri, yollandığı posta adresinin niçin Sirkeci olmadığını falan sordu. Tabii ben yol açtığım rezalet karşısında tırsmış, pişman olmuştum ama itiraf da edemedim. Yemin billah inkar ettim...
Zamanla olay unutuldu. İki mutlu yılın sonunda Rıza'nın babası onu çekip aldı. Bizim de ekonomik durum dibe vurmuştu annem fazla ısrar etmedi ve Rıza gitti.
Üniversiteyi kazanınca artık daha fazla dayanamadım, gittim arkadaşımı buldum. Kapısını çaldım, her şeyi anlattım. Anası ve kardeşleriyle Beşiktaş'ta bir sitenin kapıcısı olmuşlardı. Babası vefat etmişti. O başörtülü bir kızla evlenmişti. "Üzülme" dedi bana, "Çocukluktu geçti. Hayat değişti. Benim kaderim çizildi. Çocuklarım olacak, böyle yaşayıp gideceğim. O yıllar hayal kadar güzeldi. Sen oku. Bizi unutma, geldiğin yeri unutma!"
Sarılıp öpüştük. İçim zangır zangır eve döndüm. Hayat hem şahaneydi, hem de berbattı be usta!
Rıza bir Alevi'ydi. Alay ettiğim bir dudak büküşle ta o zaman bir şarkıyı tanıtmıştı bana, benim aranjman çocuğu ruhuma!
Çok zaman sonra o şarkıyla varoşlardan, İstanbul şehrine giren Kalenderi, Melami, Bektaşi itirazı anladım. Özrün, eşitlenmenin ve affedilmenin 'rızasıyla' esas sorunun bende, bizde, "resmi" dinde olduğuyla kucaklaştım.
Şarkıyı sorarsan şuydu Çekirge:
"Nerde boynu bükük bir garip görsen, hor görme kim bilir ne derdi vardır..."