Zor zamanlardı. Hava yüksek ve bulutluydu. Ortam uğursuz, renkler koyuydu. Dur duraksız lacivert şimşekler çakıyor, gökyüzündeki kızıl ötesi ışıklar insana iç karartıcı bir galakside yaşadığını söylüyordu. Bakımsız çam ağaçlarının ortasında yer alan ve bir hapishaneyi andıran binanın alnında, Akıl Hastanesi yazıyordu. Dev, gri bir hastaneydi...
Adam boyu kesme taşlardan dikine, yüksek parmaklıklı pencereleri vardı. Saçakları yosun tutmuştu. Etrafı kuleler, nöbetçiler, kalın duvarlar ve sık bir koruyla çevriliydi. Koruda pijamalı deliler bir ileri bir geri dolaşmaktaydı. İnsan bunu uzaktan izlerken bile tırsıyordu!
Hastanenin kapısının her tarafına kapkara harflerle, keşifçi ruhları ve de dışarı çıkmaya eğilimli yaşam formlarını caydırmak için "Dikkat Erdoğan!" diye yazılmıştı. Kapıya yaklaşmak yasaktı. Sonuna ünlem işareti filan konulmuştu.
Keskin köşeleriyle II. Nazi İmparatorluğu'ndan ışınlanmış gibi duran mimarinin ön duvarındaki elektro-pankarttaki ekrana tek gözü monokl gözlüklü bir Monşer tipi geliyor "Biz bu hastaneyi çok seviyoruz. Laiktir, laik kalacak!" diyordu...
Bahçedeki heykeller enteresandı. Tam ortaya örnek bir aile yontulmuştu. İnsanüstü boyutlardaydılar. Çırılçıplak kaslı bir erkek, kaslı bir kadın ve onların küçültülmüş, minimal özeti olarak biri kız, biri erkek iki çocuk...
Belli ki hastane medeniyetinin çekirdek ailesiydiler. Hepsi, adeta birer vücutçu, hepsi birer obez Olympos tanrısı gibiydiler. Kalpak giymişler, kalpaklı bayrakları havaya kaldırmışlardı. Azman ailenin yüzünde bir donukluk, hormonlu bir hal mevcuttu. Hınç vardı. Hiddet, nefret vardı. Heykeller de, bahçedeki kafayı yemiş insanlar da huzursuzdular. Elektroşoklar, ilaçlar, kurnazlıklar, taşlaşmış ruhlar, beyin ameliyatları ortaktı.
Tarih diye inandıkları uyduruk şey aynı, büyük yalanlar, ezberlenmiş marşlar, bitmez paranoyalar hepsi aynıydı...
Yeni olan tek şey herkesin birbirine, "Aman kapıya dikkat, dışarısı düşman dolu!" diye fısıldamalarıydı. Her yerde Erdoğan'ı görüyorlardı! Yağmur yağsa, rüzgar esse lanet okuyorlardı toplu olaraktan. Geceleri bahçeye çıkanlar ağaçların arkasına saklanmış bir "Erdoğan" gördüklerine yemin billah ediyorlar, paranoya krizlerini iyice azdırıyorlardı.
Hastane insanlarının, Amerikan İmparatorluğu'yla, Avrupa Prensliğiyle ilişkilerinin iyi olduğu aşikardı. Teskin edici haplar, damara sokulan enjektörler oradan, bedava tarafından geliyordu.
Hastane bahçesinin başka bir köşesinde tapınılan bir 'aydın' heykeli bulunmaktaydı. Bir adam soyunup oturmuş, elini çenesine koymuş, simsiyah düşünüyordu. Kafasına baykuşlar pislemişlerdi. Kimseye bir hayrı yoktu. Olamazdı da, düpedüz taştandı.
Dikenli tellerle çevrili bahçede taklitçi deliler, Hollywood'a düşmüş ecnebi simaları taklit ediyorlar, birkaç dilden Der Spiegel dergisinin atası Adolf tarzında "Hayl" diye bağırıyorlardı. Aralarından Cannes'li, Nobel'li tipler bile görülüyordu.
Pijamasının önü açık, mal mülk meydanda biri öfkeyle, "İsmet'i getirin bana! Menderes'i birkaç kere daha asmamız lazım" diye ter ter tepiniyordu.
Ortada bir sıkıntı, bir asabiyet kol gezmekteydi. Yaşamak zordu bu bahçede! Etrafta, bellerinde keskin kılıçlar gibi sarkan Molotof kokteyli şişeleri ve kollarında 'izindeyiz' dövmeleriyle birtakım adamlar devriyedeydiler. Hain bakışlıydılar.
İnsanlar korkuyordu! Korktukları yüzlerinden belli oluyordu. Haksız da sayılmazlardı. Sürekli birbirlerini dolduruyorlar, gerçeği tamamen yitiriyorlardı. Neye baksalar Erdoğan'ı görüyorlardı!
Her şeyi bildikleri vehmedilen, düşüncenin genleriyle oynamaya yetkili siber-doktorlar, kalp yerine çip takmış bilimsel adamlar öyle söylemişlerdi: "Dışarıya çıkmayın, Erdoğan sizi yiyecek!"
Dizler kesiliyordu, mecal kalmıyordu insanda.
Gözümün önünde cereyan eden bu Beyaz Çıldırışı izlerken, bir an için içim acıdı, "Çıkın o cehennemden be kardeşim, sizi kandırıyorlar, dışarda hayat var!" diye seslenesim geldi ama hemen vazgeçtim. Çünkü onlar beni duyamazlardı. Onlara göre "görünmezdim"...