Bir kış gününü nasıl anlatırsınız bana? Tam kara kış ile "burunlar buz" kıvamı arasında bir an istiyorum ama! Girip mevsimi, kemikler aciz tangırdamakta, şehrin şıkıdım kadınları bile üşümüş, örtülü...
Acımasız fırtına, denizde çılgın dalga ve içe işleyen ayaz. Senin bile başını öne eğecek bir kudretle, "güneş bende, keserim güneşinizi" diyor, baş eğdiriyor kente! O'ndan bahsediyorum...
ÖYLE BİR KIŞ GELDİ Kİ
Sahi, bir kış gününü nasıl anlatır başkasına insan?
Kar yağıyor. Herkesin başı önde. Birden mevzulara uyanmış da derin bir tefekküre dalmış gibi herkes. Sessiz, düşünüyorlar.
Öyle bir kış geldi ki İstanbul'a, düşünür eder adamı, durup dururken -tövbe- bilge eder. Böyle bir haldeyken neler düşler insan?
Şemsi Tebrizi sokağın başında görünsün isterdim ben mesela! Arabi'nin dizi dibine çökmek ve dinlemek. Bursevi'ye rüyalarımı anlatmak, Feridüddin Attar ile akıllanmak, Nasreddin ile Hacı Bektaş'a doğru yolculuğa çıkmak. Tusi ile kafamı kazıtmak isterdim, Alamut'ta bir hançer boyu konaklamak. Maşuki'den dinleri dinlemek, Karacaoğlan'la ata binmek. Mevlana ile yeniden, en başından Kur'an'a başlamak. Yunus Emre'ye o kızı neden o kadar çok sevdiğimi anlatmak isterdim, Bedreddin ile ayaklanmak. Kaygusuz ile dağ başlarında ağlayıp kendimden geçmek, her sabah Barak Baba ile yeni bir ömre uyanmak isterdim, Meryem ile tanışmak...
Tramvaydayım ama! Serseri bir mayın gibi düşmüşüm bu başka zamana. Biliyorum, O'nun planını yargılamak caiz değil. Ama rüya? İzin vardır ona...
Şehir, şakakları ağarmış bir rüya kadar güzeldi gerçekten! Kar yakışmıştı. Kapalı Çarşı ılıktı. İspanyol orta yaşlı çift mutlu fotoğraf çektiriyorlardı. Şark Kahvesi'nin çayı fena değildi. Kara kış ortamında uygun bir bölgeydi zannımca.
Çarşı'nın küçük meydanlarında bir Sanat Müziği Festivali kurdum kafamda. Kemanlar, kanunlar, takım elbiseler. İçimde bir yerlerde Nef'i, Zeki Müren, Müzeyyen Senar:
"tûti-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil / çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil"
"mucize söyleyen bir papağanım ben, dediklerim boş değil / dünya ile konuşmam, onun aynası saf değil..."
Belki yüksek bir mevzu ama Derviş, kapı gözetleyen demek zaten! Maneviyat kapısında ışık bekleyen, ışığı gördü mü gidip altında duran bir "gezenti!" Biraz aylak bir insan. Hayata hayretle, hayranlıkla bakmakta. Seyri sülukta bir gönül aşığı. Yolda bir Sufi yolcu.
Mutlaka söylemek gerekirse; biyolojik olarak seyri süluktayız, hep yoldayız. Ömür geçici bir an. Seyri süluk dikey bir yolculuk. Yukarı doğru bir seyir, manevi haller silsilesi...
BİR İSTANBUL EFSANESİ
Kalbin etrafında gerçekleşiyor. Çünkü kalp insanda ilahi bir merkez. Ruh ve beden birbirine sarılıyor orada. Bir yere gitmeden o yerin bilgisini edinemiyorsun. Maddi, manevi böyle bu! Hem kendi içinde hem dünyada yol, yolculuk mühim onun için. Yürümeli, oraya buraya çömmeli, bakmalı, etmeli, koklamalı, "yakin" olmalı, düş kurmalı. Onu söylüyorum...
Aklıma bir İstanbul Efsanesi geldi o an! Ayasofya'da zikir izlerken uyuyup iki yüzyıl sonra uyanan bakkal çırağının hikayesi... Tam bunu düşünürken, yemin ederim çırak önümden geçti! Yalın yapıldak, ter tepelek dükkanını arıyordu.
O sıra siyahi bir Amerikalı, defne yaprağı bir hanım -basketçi mi ne- dans ediyordu blucin'cinin önünde.
Çırağın işine karışmadım, dansçıyı orada bıraktım. Çayın parasını atıp nabzı gümbür gümbür vuran çarşıdan, Mahmutpaşa'ya çıktım. Dışarıda tipi vardı.
Çakmakçılar Yokuşu'nda, pipo içen bir yemenicinin söylediği kaldı aklımda fakat:
"Seyri süluk herkesin kendi hayatında gizlidir. Yol dediğin, dem dediğin tek başına gidilir. Sakin ol, kimse yalnız değil..."
Yaşamak ne güzel şey, diye konuşmuş ya Nazım Hikmet! Taranta Babu'ya Mektuplar'da. "Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak ne güzel şey!" demiş ya. Onu düşündüm...