Proust'a yıllar öncesinden bir gönül borcum vardı. Swann'ların Yakasından eserinin 100. yılında bu borcu ödemek istedim. Gönül borcu dediğim, Proust'un bana Paris'te bir aşk yaşatması değildi. Bizzat Proust'un yapıtıyla yaşadığım aşktı
Nice-Paris trenine bindim. Yoksul bir kompartımana erkenden girerek cam kenarına oturdum. Bütün akşam yemeğim, arasına peynir koyulmuş ama çıtır çıtır yarım bagetle bir şişe meyve suyuydu. Bütün gün şehri dolaşmaktan sızlamayan yerim kalmamıştı. Yavaş yavaş insanlar gelmeye başladı. Derken sapsarı saçlarıyla, çok ışıklı, tepeden tırnağa şefkat dolu yüzüyle ve masmavi berrak gözleriyle o genç kız girdi. Hayrettir, neredeyse her yer boşken geldi, yanıma oturdu. Başımla selamladım. Derken her yer doldu, tam tren kalkıyorken öfkeli, havalı, heyecanlı bir genç geldi, tam karşıma, pencerenin kenarına biraz da etraftakileri itip kakıp sıkıştı.
Önce bir hengame koptu. Kondüktör biletleri sorunca olmadığı söyledi. Para ver, yok! Anneme gidiyorum, meteliksizim, kes bir bilet, parasını postayla ileteyim. Hüviyet... Gece ilerliyor, sükunet. Yanımdaki genç kız, yumuşak yüzünün bütün çizgileriyle gülümsüyor ondan yana bakınca. Çaresiz bagetin yarısını uzattım, teklifsiz kopardı aldı. Oğlan bizi süzüyor.
Çantasına uzandı, bir kitap çıkardı, aramızdaki masaya fırlattı. Aman Allah'ım! Hayri Amcalar'da o kadar gördüğüm o çok güzel beyaz diziden A la Cote de Swan! Vay be! Onca zaman gece gündüz birlikte olduğum Proust ve Swann, bir gece treninde ve ben ilk defa Paris'e giderken önüme çıkıyor.
Kız Fransızlığını gösterdi ve kitabı eline aldı. Evirdi, çevirdi, ne anlatıyor diye sordu. Eyvah! Oğlan oflayıp poflayıp berbat bir şey dedi. "Bir kadın... Burjuva..." Gel de şaşırma!
O yıllarda, 1970'lerin ortası, Türkiye'de 'burjuva' adeta büyülü bir sözcük. Bir taraf lanetleyerek ağzına alıyor, diğer taraf ne diyeceğini bilmiyor ama iki tarafta da kutsal bir kelime muamelesi görüyor. Şurada, gece treninde, sıradan bir şeyi ifade etmek için kullanılan, o kadar basit, o kadar tanımlayıcı bir sözcükmüş meğer burjuva! Kafamda şimşekler çakıyor...
Oğlan devam ediyor, "Olacak şey mi?" diyor, "Her cümle bir sayfa... Bıktım usandım..." Kızcağız umduğunu bulamadı, sıra bende, dilim döndüğü kadar anlatıyorum. Müthiş bir merakla dinliyor. Susunca, yüzüme bakıyor. Oğlan rahatsız, "Benim ödevi de siz yapsanız" diyor. Cevap vermek ne demek, başımı çevirip bakmıyorum dahi. Maçı kazanmışım. Yaşasın Proust. Herkes uyukluyor. Ben gece boyu, karanlık içinde geçtiğimiz yollara bakıyorum, dalıp dalıp uyanıp elimdeki kitabı okuyorum. Nihayet sabah oldu. Herkes uyandı.
Gerisini anlatmayayım ama o hoş Paris yolculuğunu borçlu olduğum Proust'un, Swann'ların Yakasından isimli muazzam eserinin bu yıl 100. yılı. 2013'ü bitirmeden önce bu yazıyı yazmak ve ona gönül borcumu ödemek istedim.
***
Gönül borcu dediğim şey, Proust'un bana Paris'te hiç beklemediğim bir aşk yaşatması değildir. Bizzat Proust'un yapıtıyla yaşadığım aşktır. Çok uzun yıllar boyunca ve itiraf edeyim ki başlangıçta hayli zorlanarak, okumuşumdur onu. Fakat bütün o tür eserlerde olduğu gibi, önce sizi iten roman, sonunda öyle bir kavrar ki, artık kopmak isteniz de ayrılamazsınız. Nasıl bırakacaksınız, yedi dev ciltten oluşan bir kitabı? Dallı budaklı bir sarmaşıkla her yanınızdan kıskıvrak bağlanıyor, bir zaman sonra sadece onunla yaşamaya başlıyorsunuz. Bir de şimdi Boğaziçi Üniversitesi'nde tarih hocası olan
Derin Terzioğlu'nu anımsıyorum. Bir yaz boyunca verdiğim Proust ciltlerini teker teker devirmişti ve o zaman henüz ortaokula giden çok parlak bir öğrenciydi.
Proust'un, ilk cildi 1913 yılında yayımlanan
Yitik Zaman Ardında genel isimli bu dev yapıtı üstünde elbette çok düşündüm. Derya deniz bir romanda kaybolmanın hazzı bir yana, nedir bu kitabın manası diye çok sordum kendime. Bütün klasikler gibi, bu 'ağır' roman da sadece bir kaç özelliğiyle hatırlanıyor. İşte, başlangıç cümlesi, 'Çok zamanlar akşamları erkenden yatardım...' herkesin zihnindedir. Türkiye'de çoğu insanın ne olduğunu bilmediği 'madeleine' kekini çaya batırır batırmaz geçmişi hatırlamaya başladığını anlatıcının, herkes bilir.
Uzak ve derin aşklar, hayaller ve düşler içinde yaşanan geçmiş... Bütün bunlar Proust'u '
istençsiz bellek' (involuntary memory) kavramının adeta sembolü haline getirmiştir. İçinde yaşadığı dönem yol açmıştır bu duruma.
Freud bir yandan,
Bergson bir başka yandan bellek kavramıyla uğraşmaktadır.
Zaman-mekan-bellek üçlüsü,
yeni bir insan tipinin keşfini zorlamaktadır. Bu aynı zamanda bir modernleşme sorunudur. Dünya dönüşmüştür, kitle iletişim araçları yeni bir evreye ulaşmıştır, sınıfsal yapılar farklılaşmaktadır ve hepsinden önemlisi savaş kapıdadır.
Proust yüksek burjuva bir ailenin çocuğu olarak büyük ölçüde de çöken bir aristokrasinin öyküsü şeklinde kotarır yapıtını. Sonunda bir erginleşme ve yaşam öyküsüdür kitap. Ama toplumsal ilişkilerin gergefi o kadar güçlüdür ki, yapıt aşağı yukarı 2000 karakter içerir. Bir anlatı ustalığıdır ve tüm o uzun, bitmek bilmeyen cümlelerin bizatihi kendileri yitik bir tarihin dökümüdür.
***
Çok sevdiğimi yadsımam bu büyük romanı. Onun hayal dünyasının, sonsuz inceliklerinin tadı galiba başka hiçbir yapıtta bulamamışımdır. Gene de içim burkularak o büyük çabayı çok güçlü 19. yüzyıl romanıyla, tüm o Dosto'lar, Stendhal'ler, Flaubert'ler, Turgenyev'lerle çok etkileyici 20. yüzyıl romanı, tüm o Joyce'lar, Beckett'ler ve sonrası arasında sıkışmış sayarım. 20. yüzyılda yazılmış bir 19. yüzyıl romanıdır Proust'unki. 20. yüzyılı çok etkilediği,
Graham Greene gibi çok farklı bir romancıyı bile sarstığı muhakkaktır ama şu söylediğimi de içimde saklı tutarım.
Önce
Yakup Kadri Bey çevirdi Proust'u, çok önemli, çok meşhur bir yanlış yaparak. O bir yanlış değil, bir kültürün diğerini kavrama biçimiydi. Sonra
Roza Hakmen çevirdi. Hakkını vermek gerekir ki, muhteşem bir iş yaptı.
Beni de işte geçmiş zamanın ardına düşürdü ve unutulmuş bir zamanı anımsattı Proust... Çok yaşasın!