Çok şey yazılıp söylendi bu Ankara değişimi için. Cumhuriyet'in 'Yenişehir'i, aynı zamanda mimarlık kalesi olan kent şimdi bambaşka bir dönüşüm içinde
Biz 1965 yılı a-*ralık ayının son günlerinde Kars'tan Ankara'ya taşındık, Binektaşı Sokak'ta oturmaya başladık. Sonra ben 12 Ocak 1998 sabahı arabama bindim, 1970 yılından o güne kadar içli dışlı olduğum ODTÜ, Bilkent, Hacettepe yolundan, Eskişehir yolundan devam edip İstanbul'a taşındım. İlk yıllarda Ankara'ya sık sık gidip geldim. Derken arası açıldı bu yolculuklarımın. Son yıllarda sadece iş için bir uçakla gidiyorum, bir uçakla dönüyorum. Eşten dosttan duyduğum Ankara değişimini izleyememiştim.
Geçenlerde gittim. Söğütözü bölgesinde bir otelde kaldım.
Orada konaklayacağım söylendiğinde biraz şaşırdım. Gidip kalmaya, sağa sola arabayla çıkmaya başlayınca gördüklerim karşısında daha da şaşırdım. Gördüğüm Söğütözü'yle, içinden geçtiğim Balgat'la, Çukurambarlar'la, Öveçler'le bıraktığım mahallelerin uzaktan yakından ilgisi yoktu. Beni taşıyan sürücülere ha bire "Şu bina nedir, bu bina nedir?" diye sormak zorunda kaldım. Bazı binaları onlar da tanımıyordu. O derecede hızla değişiyor Ankara.
Aslında göze çarpmayacak gibi değil bu yenileşme. 1965'ten 2000'lerin ortasına kadar hiç değişmemiş, iki tarafı gecekondularla kaplı, bir köy yolunu andıran havaalanı yolu bunun somut göstergesiydi. Önce o yol yapıldı. O arada şu yukarıda anlattığım Eskişehir yolu farklılaştı. Estetik bakımdan eleştirilecek dünya kadar şey buluyorum ama bu yapılan işin önemini küçültmüyor. Aynı şey etraftaki gecekondulardan dönüşen TOKİ yapıları için de geçerliydi. Belki zamanla daha sıcak, daha otantik, daha yerleşik bir görüntü kazandığı için daha hoşumuza giden o gecekondular yıkıldı, sakinleri yerlerine dikilen devasa konutlara taşındı. Kısacası şehir bambaşka bir hal aldı.
***
Gelelim bir başka Ankara hikayesine. Geçen hafta orada kaldığım bir akşam, eş dost beni
Sakarya Caddesi'nde bir lokantaya davet etti. O sokağın köşesinde ilk gençliğimin en haz dolu saatlerini sinema salonunda geçirdiğim
Fransız Kültür Merkezi vardı. Oradan çıkardım gece 11.00 sularında. Sokaklarda in cin top oynardı.
200 metre yukarıda
Meşrutiyet Caddesi'ndeki evimize giderdim. O gece bizim zamanımızda
Gökdelen denilen yerden
Mithatpaşa Caddesi'ne kadar olan kısımda yürüdüm.
Binlerce insan sokaklardaydı. Neredeyse bütün binalar, dördüncü beşinci katlarına kadar türkü barlarla, canlı müzik barlarıyla, kafelerle, birahanelerle doluydu. Onların üstünde kırmızı ışıklarıyla
erotic shop'lar vardı. Bütün bölge köfteci, sucukçu, kanatçı, kokoreççi dumanlarıyla tütüyordu, göz gözü görmüyordu.
Açık açık söyleyeyim, dehşete düşmemek elde değildi. Bütün bir kent işportacılara, seyyar satıcılara teslim olmak zorunda mıydı?
***
Çok şey yazılıp söylendi bu
Ankara değişimi için. Cumhuriyet'in '
Yenişehir'i, aynı zamanda mimarlık kalesi olan kent şimdi bambaşka bir dönüşüm içinde.
Ama beni her şeyden önce çarpan bu yapıların temeline yerleşmiş
sermaye oldu.
Bildiğim şudur: Bütün Anadolu gibi Ankara da belli bir insan kuşağını iyi okullarında okutur, yetiştirir sonra da İstanbul'a gönderirdi. Hepimiz ama erken, ama geç, o yoldan yürüdük. Her 10 yılda bir kentin insan dokusu değişirdi. Nedeni bu halin
sermaye yetersizliğiydi ya da sermaye kısır döngüsüydü.
Beşeri sermaye kaçınca sermaye de kalmıyordu.
Şimdi anlaşılıyor ki, Ankara zenginleşmiştir.
Ankara'da mukim bir para vardır. Tüm o yapılaşma açıkça yeni sermayenin bir göstergesidir. Dağın taşın yeni ve güzel otellerle dolması önemli bir göstergedir. Bir kentin otel kapasitesi o kentin iş hayatının yansımasıdır.
Keşke vaktim olsaydı o yeni 'muhit'lerde dolaşıp oradaki
tüketim merkezlerini de görebilseydim.
Ama gene etrafa dağılmış AVM'ler bu konuda az önce söylediğimi tamamlayan bir ipucu veriyordu.
İkincisi, sorup soruşturunca bilhassa
Balgat bölgesindeki yapılaşmanın yine son on yılda kendini gösteren
yeni orta üst sınıfların yerleşim bölgesi olduğunu öğreniyor insan.
Muhafazakar, mütedeyyin çevreler, bilmiyorum belki yeni temsilcileri de içlerinde, bu bölgeye gelip, görkemli binalar yapıp yerleşmişler.
İstanbul burjuvazisinin gitgide kapalı bir cemaat haline gelişinin, dışındaki dünyadan kendini büsbütün ayırmak isteyişinin bir göstergesi olan
'sitelerin' tam tersi bir anlayış bu. Orada yaşayan insanlar, evet, bir
mahalle duyarlılığı taşıyarak (ayrıca umarım gerçekten öyledir) bir aradalar ama hayatın içindeler. Sitede değil şehrin ortasında yaşamaktalar. O arada şehrin bir bölgesi imar görüyor mamur oluyor. Ankara gerçek manada değişiyor.
***
Geçenlerde
Sibel Bozdoğan'la
Esra Akcan'ın Turkey isimli bir kitabı yayımlandı. Yazarlar, Türkiye tarihini mimarlık üstünden anlatıyor ve bu konulara değiniyorlar. Öyledir, bir ülkenin tarihi en çok mimarlık üstünden anlatıldığında anlam kazanır, somutlaşır. Ankara bu bakımdan haydi haydi öyledir. Şöyle söyleyeyim: Ben Ankara'da yaşamaya başladığımda Cumhuriyet kurulalı 40 yıl olmuştu. 1930'lar dönüşümünün üstünden de işte 30 yıl geçmişti. Yani daha dünkü tarihti Cumhuriyet. Sonra orada kaldığım 45 yılda o Ankara hiç değişmedi. Büyümesi, dönüşümü hep o
kurucu çekirdek etrafında oldu. Ama, tekrar edeyim, hiç değişmedi.
Sonra ansızın, 10 yılın, hatta beş yılın içinde, muhtemelen de her zaman olduğu gibi, plansız programsız biçimde, çok kendine özgü yöntemlerle, rantlar üreterek ve dağıtarak, sabahtan akşama değiştirilen kararlarla bambaşka bir kente dönüştü. Hepsi iyi, hepsi güzel. Ama 40 yıl aynı kalmış kentin değişmesine ne kadar seviniyorsam bunun bir estetik çerçevede ve katılımcı bir planlama dahilinde yapılmamasına o kadar üzülüyorum.
Cemal Süreya, Ankara için
"İyi kalpli üvey ana," demişti. Hâlâ öyle mi acaba?...