Ayakkabı merakımı bilenler bilir. Bir dostumda da aynı düşkünlük vardır. Geçen hafta yollarımız Viyana'da kesişti. İkimiz de yoğun işlerimizin ortasına düştük. Fakat bir ara buluştuk. Ona el yapımı ayakkabı imal eden bir firmadan bahsedince heyecanlandı, görmek istedi.
Viyana emperyal bir şehir. Uykuya dalmış ve bir daha uyanmamış bir varlık gibi. Tarih etrafında fırtınalar koparmış, hatta onu çiğneyip geçmiş. Ama o direnmesini biliyor. Hep yapılan benzetmeyle söylersem, minaresi yıkılmış, ama mihrabı yerinde bir cami gibi 'başında eski âlemlerin sarhoşluğu', akşamları erkenden boşalan sokakları, biraz dışına çıkınca görülen nazlı Tuna'sı her biri ayrı bir zevk, haz, lezzet olan kafeleriyle yaşayıp gidiyor. Büyük ve neredeyse her köşe başına bir tane kondurulmuş sarayları, yaşlılarından etrafa yayılan aristokrat terbiyesiyle insana adım başında eski geçmişini anımsatıyor.
Sokaklarında fazla yürüyemedim, kafelerinde neredeyse hiç oturamadım, müzelerine gidip sergilerini ve sanat tarihi içinde en sevdiklerim arasında olan bazı yapıtları göremedim, ama gene de Viyana oradaydı. Farklı olmaktan çok kendine özgü bir kentte yaşadığım izlenimini veren, sadece temizliği, düzeni ve 5 milyon insan için tasarlandığı halde ancak 1.5 milyon kişinin yaşaması nedeniyle büsbütün rahatlayan şehir hayatı değildi. İnsan bu emperyal şehirlerde öncelikle şu gelenek denen şeyin izini sürebiliyor ki, dostumla birlikte el yapımı ayakkabıları görmeye böyle bir duygunun içinde gittik.
Kalabalık turistik caddelerden birinin yan sokağına girdik. Ufak tefek görünen bir dükkanın kapısını aralayıp içeri süzüldük. Neredeyse bomboş bir dükkandı. Hem şaşırdım hem de hiçbir şey anlamadım. Derken bağlandığı duvarına birtakım portrelerin asıldığı merdiveni tırmanarak yukarı kata çıktık. Genç, uzun boylu bir adam bizi kabul etti. Sorduk, doğru yerde olduğumuzu söyledi. Zaten artık anlamamak olanaksızdı. Çocukluğumda her mahallede bir tane bulunan kunduracı dükkanlarından birindeydik.
AT YOK Kİ DERİSİ OLSUN
İçerideki odada beş altı kişi çalışıyordu. Beyazlar giyinmiş genç adam bize bir katalog verdi. Ayakkabıların eğer elimizde başka bir model yoksa bu katalogdan seçildiğini söyledi. Baktık, bazıları çok klasik, bazıları hayli çekici ayakkabılar vardı. Adamcağız ilk çiftin yaklaşık 5 bin avro olduğunu, en erken altı ay içinde teslim edebileceklerini, o arada en az üç kez provaya gelmemiz gerektiğini belirtti. Halimizden, tavrımızdan alışverişe güç yetiremeyecek züğürt insanlar olduğumuzu anlamıştı, ama merakımızı, ilgimizi, heyecanımızı da görmüştü.
Dostumun ayrıca at derisi ayakkabılara eğilimi vardır. "Artık iyi deri çıkmıyor," dedi. "At yok ki, derisi olsun." Nasıl, neden, deyince bizi içeride bir odaya götürdü. Tavanlara kadar raflar var, hepsi tıka basa deri dolu. İki deri çekti. Her ikisinin de bir yüzü parlak, diğeri işlenmemiş, hamdı. "Bakın," dedi. Şu gördüğünüz deri, bugünkü at derisidir. Parlak yüzü ayakkabının üstüne gelir, sayası olur. Ham yüzünü de ayrıca işleriz. Ama diğeri 150 yıllık bir at derisidir. Onun ham kısmı, ayakkabının üstüne çekilir. Böyle göründüğüne bakmayın. Onu kemik aletlerle kuyumcu dikkatiyle işleriz, akıl almaz bir güzellik kazanır.
Ağzım bir karış açık kalmıştı. "Burası," dedi "deri odasıdır. Daha böyle çok 'kasalarımız' var. Ben yedinci kuşağım. Her nesil en iyi derileri almış. Saklıyoruz. Bazılarından tek kaldı. İşte şu gösterdiğim at derisi, o türden. Artık bunu kullanır, bir ayakkabı yapar mıyım, karşılığında ne isterim, ben de bilmiyorum." Ardından, "Koklayın," dedi. Gerçekten artık ağdalı, kökleşmiş, yoğun ama uçuk bir parfüm kokusu salıyordu deri. "Bir de renge bakın," dedi. "İyice koyulaşır, tek renk adıyla tarif edemeyeceğiniz bir kıvama gelir." Öyleydi. Sonra ekledi, "Gelin size diğer katları da gezdireyim."
AYDA ÜÇ KEZ YEMEK ZİYAFETİ
Bir kat indik. Masalar var, üstleri bardak tabak dolu, etrafta şarap şişeleri, ekmekler. Nedir yahu, davet mi var diye sorduk, güldü. O arada merdivenlerden iniyoruz. Ayağımın altındaki döşemenin 'garabetini' sezdim. "Bütünüyle süet kaplıdır bu döşeme," dedi. Duvarlar da öyle. Bej rengi güderinin güzelliğini, etrafa yaydığı uçuk, ama tok ve yerleşik kokuyu anlatamam. Vardığımız yer kemerli, geniş, büyük bir odaydı. Uzun bir 'cemaat masası' vardı. Üstü nadide porselenden kaplar ve nefis kristal bardaklarla doluydu. "Burayı," dedi "ayda üç defa bizimle ilişkisi olan kişilere restoran olarak açarız. Mesela bugün Viyana'nın en iyi aşçısı yemek yapacak. Dünyada içebileceğiniz en iyi Bordo şarapları var. Ne yapalım, hayat kısa..."
Çıkarken masanın üstünde de gördüğüm içi su dolu bir cam küreyi ve yanındaki mumu sordum. "Elektrik bulunmadan önce el işçileri, yazarlar bununla çalıştı," dedi. "Mumu yakarlardı, ışık su dolu küreden prizma etkisiyle geçer, bir koni yapar, elinizi, işinizi aydınlatırdı. Ama mumun özel bir kalitede olması, tütmemesi, is yapmaması, eriyip dağılmaması gerekir. Biz aynı camı aynı mumu bulup imal edip bu aletlerle etrafı aydınlatıyoruz." Artık söyleyecek bir şey kalmamıştı. Bu incelik, bu hassasiyet, bu ihtimam karşısında suskun, ben kendi payıma hayli ezik, ustaya müteşekkir, dükkanı terk ettik.
O gün bugün düşünüyorum. Bu 'olguyu' açıklayacak sayısız tarihsel, ekonomik neden sayabilirim. Hele kapitalizmin bu tür sofistikasyonları ortadan kaldırmasını, onları sadece hem çok zengin hem çok eğitimli insanların tekeline bırakması üstüne neler neler söyleyebilirim. Ama bütün o 'nesnel' koşulların ötesinde bu yedi kuşak boyunca sürdürülmüş iş bütün Avrupa tarihini içinde, özünde, nüvesinde barındırıyor. Avrupa tam da bu 'muhafazakarlıkla' burjuvasını yarattı, o burjuva tüm 'devrimciliğine' rağmen bu muhafazakarlığa sonuna kadar sahip çıktı ve zanaat denen şey şimdi sanata dönüştü. Ama bu incelik, bu derinlik, bu hayata karşı duyarlılık bambaşka bir hakikat olarak duruyor ortada. Viyana'da Markus Scheer var, Londra'da Cleverley, Paris'te Berlutti mevcut. Gene de mesele onların ötesinde. Mesele hayatın her noktasına yayılan ayrıntı ve hassasiyet tutkusu. Onu kavramak. Onu yaşamak. Hayat o zaman günlük hayhuyundan ayrılıyor, sıyrılıyor, kendine ait bir asudelik kazanıyor. İş onu yakalamakta. Asılacaksan da İngiliz ipiyle asılmakta.
Yani her şeyin iyisini yakalamakta, yapmakta.