Seçim meydanlarının tozu nihayet dindi. Liderler kampanya sırasında her şeyi söylediler. Birbirleriyle çekiştikçe çekiştiler. O zıtlaşmaların ve kapışmaların dozu alabildiğine arttı. Neredeyse gök kubbe patlayacaktı. İnsan o atışmaları dinledikçe, bir ay boyunca devam eden meydan mitinglerine liderlerin nasıl asıldığını görünce hayret ediyor. Ne direnç, ne hırs, ne azim, ne irade diyor. Bütün bunların arasında dikkat çekmeyen, gözden kaçan bir nokta var. Liderlik aynı zamanda insanın kendini sevmesinin, kendine biraz da hayran olmasının bir sonucu. İşin psikolojisi bunu böyle söylüyor. Bu sınırı aşmamış bir insanın o kitlelerin önüne çıkması, onları ardı sıra sürüklemesi öyle kolay şey değil. Dünyada karmaşık bir kişiliğe, farklılığa sahip olmayan bir tek önder bulmak, göstermek mümkün değil. Tersine, dünya tarihi bu tür insanların öyküleriyle dolu. Biyografiler onların kişilik özelliklerini irdeleyerek milyonlarca sayfa doldurmuş durumda. Gene de hepsinin temelinde, dibinde, özünde şu belirttiğim husus yatıyor: kendini sevmek, beğenmek. Psikiyatri kendini sevmenin en ileri derecesine narsisizm adını veriyor, malum. Bir de hiç sevmediğim, neredeyse herkesin bildiği efsanesi vardır bu kavramın. Onları geçelim. Beni asıl ilgilendiren belirli bir dönemde ve belirli bir tarihe kadar daha çok liderlik gibi, komutanlık gibi, sanatçılık gibi katlarda görülen bu kişilik özelliğinin içinde yaşadığımız çağ ve günde neredeyse ortak bir toplumsal davranışa dönüşmesi. Freud, 19. yüzyılın ikinci yarısında doğdu ama zihinsel çalışmalarını 20. yüzyılın başında verdi. İçinde bulunduğu çağı bir depresyon çağı olarak nitelendiriyordu. Ama bir 'ince ayar'la. Hepsi gibi çok etkileyici bir makalesinde depresyonu müthiş bir tanımlamayla açıklıyordu. "İnsanın," diyordu "bir yakınını yitirmesi, mesela, depresyona yol açar". Ama o kadarı önemli değil. Asıl düğüm bu yitimden sonra oluşuyordu, Freud'a göre; çünkü, libidinal cathexis dediği şey başlıyordu. Yani insan o yitimi karşılamak için ya kendini sevdiği bir şeyle, birisinin imgesiyle ya da kendiyle özdeşleştiriyordu. Yitirdiğinin yerine bunlardan birini koyup onu seviyordu. Cathexis yük demek, yani yaşam enerjisini bir şeye yüklüyordu diyelim, depresyon yaşayan kişi.
TATMİNSİZLİK HAYALETİ
Savaşlar dönemini düşünün. Toplumlar milyonlarca insanı kaybediyor. Milyonlarca insan sevdiğinden oluyor. Bu nedenle 20. yüzyıl bir depresyon, dolayısıyla bir melankoli çağıydı Freud için. O yitimlerin tatmini için alttan alta boy veren bir narsisizmden bahsetmek de yanlış olmazdı. Şimdi 21. yüzyıla geldik. Bu yüzyıl bir öncekinin son çeyreğinde başladı ama kıvamını 1990'lardan sonra buldu. 2000'li yıllara bakarsak içinden geçtiğimiz dönemi tam manasıyla gene bir depresyon çağı olarak nitelendirmek yanlış değil. Bu noktaya gelmemizin sayısız nedeni var. Modern hayatın getirdiği karmaşa, ekonomik arayışlar, kitlesel kıyımlar, hızlı toplumsal dönüşüm, aile hayatının parçalanması. Tüm bunlar yan yana gelince ortaya yalnızlığını sonuna kadar yaşayan bir insan topluluğu çıkıyor. Bununla birlikte ortada bir hayalet dolaşıyor. Ben ona tatminsizlik hayaleti diyorum. Çağdaş kapitalizm, insanlardaki arzuyu ve beklentiyi abarttıkça abartıyor. Herkes erişemeyeceği bir dünya hayalinin ardından koşturmaya başlıyor. Tatilden tutun lüks yaşama kadar herkes sahip olduğundan ötede bir şeye doğru geriyor yayını ama okun o mesafeye yetecek gücü var mı, yok mu, kimse öyle bir hesabın içinde değil. Bu sürekli olarak k/abartılan arzu ve yükseğe çekilen tatmin duygusu ister istemez bir yitimle sonuçlanıyor, büyük kitleler için. Başaramamanın yitimi. O zaman gelsin depresyon. Şu içinde yaşadığımız dünyada, yakın çevresinde anti-depresanlara bulaşmamış eşi dostu olamayan kaç kişi var? Neredeyse herkes leblebi gibi anti-depresan kullanıyor. Kısacası 21. yüzyıl tam bir depresyon çağı olarak başladı. Freud'un belirttiği yitimlerin yerine şimdi hayallerin yitimini, hayal kırıklığını koymak gerekiyor. İş bu kadarla kalsa iyi. Öte yanda gene Freud'un belirttiği özdeşleşme arayışı içinde insanlar tam bir narsisizm deliliği yaşıyor. Hayalleri yitirmesinden önce, gene çağdaş dünyanın itkisiyle, insanlara kendilerini sevmesi, kendilerini abartması, kendilerine hayran olması öğretiliyor. Kapitalizmin çok gereksindiği o yıkıcı, kıyıcı rekabetin ortaya çıkması, insanların gladyatörler misali vuruşmasının ana aracı özgüven. Bunu elde etmesi için insan kendine yüklendikçe yükleniyor.
EN BÜYÜK NARSİSTLER, MAĞLUP OLANLAR
Böylece denebilir ki, hayatımızda, bir yitimi karşılamak için insanın kendini o yitirdiği şeyin yerine koyup duygularını ona yüklemesi manasına gelen narsisizmden önce başlatılan bir narsisizm var. Ama öteki de var elbette. İnsan hayallerini, umutlarını yitirince, derecesini yükselttiği tatmin duygusunu elde edemeyince, sürekli bir tatminsizlikle kıvrandıkça bu defa o mekanizmayı da işletiyor ve kendini seven, kendine âşık, kendine tapan bir insana dönüşüyor. En büyük narsistler, şu günkü dünyada, en büyük mağluplardır dersem, bir kendine tapınan insan görürseniz bilin ki karşınızda bir tatminsiz insan görüyorsunuz dersem bana inanınız. Başka bir yazımda söz etmiştim, artık bugünkü dünyanın yıldızları yok diye. İnsanlar eskiden olduğunca tapınmıyor starlara, müzik âleminde de sinema âleminde de. Nedeni büyük ölçüde burada gizli. Herkes öncelikle kendini star kabul ediyor. Şu yaşadığımız lüks çılgınlığı falan hep bununla ilgili. Ama bu biraz da deniz suyu içmek gibi. Susadıkça içilen deniz suyu nasıl insanı daha fazla susatıyorsa tatminsizliğin getirdiği narsisizm de bir o kadar tatminsizlik yaratıp, işi tam bir kısır döngüye sokuyor. Depresyon ve narsisizm: Gerçeğimiz bu. Aman aynaya bakarken dikkatli olun.