Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Türkiye'de heykel kabahati işlemek

Demokratik toplumlarda heykel, anti-demokratik toplumlarda 'anıt' vardır. Heykelin figüratiften soyuta kayması demokratikleşme düzeyini işaret eder

Heykel tartışmasının bambaşka noktalarda devam ettiği bir dönem, Türkiye'de bu sanatın ne olduğu hakkında bir yazı yazmak için bence en doğru zamandır. Tarihin her döneminde heykel, mimarlıkla birlikte egemen iktidarların ideolojisini yansıtan, görsel algılamaları etkileyen, görsel ideoloji dediğimiz alanı yaratan bir 'araçtır'. Kadim Mısır'dan, Praksiteles'in temel kuralları yerleştirdiği eski Yunan'a, oradan 'antikite'nin yeniden keşfedildiği Roma'ya kadar her dönemde iktidarlar kendisini heykellerle ifade etti. Daha yakın çağlarda bu gerçek değişmedi. Demokratik toplumlardan daha çok totaliter rejimler heykellere önem atfetti. Hitler ve Mussolini'nin İtalyası'nda, Stalin'in Rusyası'nda heykellere ayrı bir önem verildi.

FAŞİZMİN ÜSLUBUNU YANSITAN BİNALAR
Bunların büyük bir bölümü yönetimde bulunanları yansıtan heykellerdi. İşin ilginç yanı bu heykellerin 'sivil' olamamasıydı. Daha da fazlasını isterseniz şunu belirteyim: Söz konusu heykeller bir yöneticiyi görselleştirmekle yetinmiyordu. Çok daha ileriye gidiyordu. Heykeller yapıları, üslupları, ifadeleriyle belirli bir ideolojiyi meşrulaştırıyor ve egemenleştiriyordu. Rejimin demokratik niteliği azaldıkça, geriledikçe heykellerin anıtsallığı artar. Bu kural hiç değişmez. Bugün bile öyledir. Şöyle söyleyeyim; demokratik toplumlarda heykel, anti-demokratik toplumlarda 'anıt' vardır. Heykelin figüratiften soyuta kayması demokratikleşme düzeyini işaret eder. Heykele Cumhuriyet'le birlikte geçmişizdir. Kurulan yeni rejim kendisini iki türlü ifade etmiştir: Heykel ve mimarlık. Önce 1926 yılında Sarayburnu'na Atatürk'ün hâlâ orada duran heykelini oturtmuşuzdur. Onu başkaları izlemiştir. Hepsini Almanlar ve İtalyanlar yapmıştır. Rejimin kendisini estetik planda dile getirişinin ikinci yolu veya aracı Ankara'da çoğu Alman mimarların elinden çıkma, hiç çekinmeden söyleyelim, faşizmin üslubunu yansıtan binalardır. Sivilleşmenin öne çıktığını vurguladığımız 1950 sonrasında heykel alanında neredeyse hiçbir şey yapılmamıştır. Heykelciler, Akademi'nin atölyelerinde kendi kendilerine çalışmıştır. 'Satabildikleri', karşılığında para kazandıkları heykelleri Atatürk'ü yansıtanlardır. Heykel alanında resim alanından çok daha geride kalmışızdır. Zaman zaman bazı soyut (abstre) çalışmalar çıkmıştır ama, ciddi sayılabilecek ilk kırılma noktası 1960'lardır, Kuzgun Acar'ın yaptıklarıdır. Oysa resimde soyut bir dil kurmak için gösterilen çaba daha fazladır. Heykelde figüratifin sınırlarını aşmak bir yana, o alanda bile çok gerideyizdir. Bu hazin bir gerçektir. Yüzyıl başında Brancusi heykeli kaideden indirip doğrudan yere koymuştu. Ondan önce, ustası Rodin, Balzac'ı kimi zaman gecelikle, kimi zaman, John Berger'in saptadığı gibi, burada dile getiremeyeceğim pozisyonlarda, oldukça 'sivil' bir biçimde ifade etmişti. Hele 1960'larda heykelin geliştirdiği minimalist açılımlar anlatılacak gibi değildir, o derecede zengindir. Yurtdışına gönderilen, oralarda eğitilen sanatçılarımız bunların hiçbirini görmemiştir. Görenler Osman Dinç gibi yurtdışında kalanlardır. Altan Gürman gibi bazı sanatçıların tam da heykel sayılması olanaksız bazı çıkışları bir yana bırakılırsa, ilk hamleler 1980'lerde gelmiştir. Kuzgun Acar'ın Ankara'da, Gökdelen'in üstüne asılan heykeli ise 'komünizm propagandası yapıyor' diye 12 Mart müdahalesinden sonra sökülüp, eritilmiştir.

AKSOY'UN HEYKELCİLİĞİ
Lafı, şu sıralar çok tartışılan Mehmet Aksoy'a getireyim. Nedeni, her yönetimden bir iş alan, etrafta heykelleri en çok görülen sanatçı olmasıdır. Heykelcilik denince akla onun yapıtlarının gelmesidir. Görsel ideolojinin önemli ölçüde onun yapıtlarıyla oluşmasıdır. Dolayısıyla onun heykelciliğini tartışmak, Türkiye'deki heykelin 'bugünü'nü anlamak bakımından zaruridir. Kendisini tanısam da yaptığı heykelin çok eski bir anlayışa dayandığını, fazlasıyla ifadeci, çoğu zaman illüstratif, hayli stilistik hatta şematik olduğunu belirteyim. Arada bazı zorlamaları vardır ama bu söz konusu dışavurumcu kurguyu değiştirmez. Türkiye ne yazık ki, bu anlayışı henüz aşamamıştır. Heykellerin meydanlara yerleştirilmesi bugün bile 'süs' anlayışının ötesine gitmiyor. İstanbul'da mekanla bütünleştiğini söyleyebileceğim tek tük heykelden biri, Ayşe Erkmen'in Tünel'deki yapıtıdır. Onun bile 'sivil' özellikleri, altındaki kaide yükselitelerek bozulmuştur. Bizde bazıları yurtdışına gidip gelince parkları, meydanları süsleyen heykellerden söz açar. Doğru ama o heykellerin en önemli özelliği 'çağlarının' yapıtı olmasıdır. Şu veya bu tarihte yerine koyulan o heykeller daima çağının en ileri estetiğini yansıtır. Bugün dünyanın hiçbir yerinde halkın önüne eski bir anlayışı yansıtan heykel getirilmez. Bugünün sanatsal ifadesine sahip olan bir yapıt sergilenir. Bizse hâlâ, Beşiktaş'taki o garip Atatürk anıtı gibi 'anıt'lar, çağdaş estetikle uzak yakın ilişkisi olmayan figüratif, anlatımcı, 'anıtsı-heykeller' dikmekle meşgulüz. Kabahatın büyüğü kimde acaba?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA