Son günlerdeki favori programım, tahmin edeceğiniz gibi olimpiyatlar. Özellikle su sporlarına ilgim büyük. Bu yılki yaz tatilimi 2 ay deniz kıyısında geçirmeyi planlayıp, sonra bu süreyi 10 güne indirmiş olduğum için belki. Öyle döne döne havuza atlamıyorlar mı, içim eriyor. Havuz da bir güzel ki... Şıkır şıkır, yan tarafta fıskiyeler. Ben tramplenden atlasam, şöyle biraz sırtüstü yüzer, debelenir, tadını çıkarırım, hatta deniz yatağıyla da falan... Koşa koşa çıkıyorlar puanlarını görmek için. Ne oluyor ayol? Dünya malı dünyada kalır, sen anı yaşa!
SEYİRCİ ŞIMARIKLIĞI
Olimpiyat oyunlarında, özellikle koşularda, seyircinin genel tavrı ilk üçe girenlere saygı duyup, sondan gelenlerle dalga geçmektir. Yirmi koşucudan biri, mesela grubun 50 metre arkasında bitirir yarışı. Hani birinci selam verdikten, çiçeğini falan alıp bayrakla tura çıktıktan sonra, arkadan sonuncunun bitiş çizgisini geçtiği görülür ya. Seyircinin tepkisi hep aynıdır bu durumda: "Heheheh, bu salak daha yeni geldi!" Sanki, o 'yeni gelen salak'ın yarısı kadar hızlı koşsa, hayatta başka birşey isteyecekmiş gibi! Benim sporla ilgili alçakgönüllülüğüm burada da ortaya çıkar oysa. Kendimi hep sonuncularla karşılaştırırım : "Ben bu sonuncunun dörtte biri gibi koşsam iyi"; "Ben bu tramplenden atlayanın hiçbir hareketini yapmadan sadece atlasam, süper"; "Ben bu denge tahtasının üzerinde öylece durabilsem, tamamdır" şeklindedir bakış açım. Dege tahtası, hayatım kitap olsa başlı başına bir bölüm teşkil eder sevgili okuyucular. Malum, ortaokul ve lisede, bütün öğrencilerin dekatloncu olacağı varsayılır! Voleybol, basketbol, ritmik jimnastik, denge tahtası, ipe tırmanma, bunların hepsi üzerimde denenmiştir! Okuduğum lisenin bahçesiz bir kız okulu olduğuna dikkatinizi çekerim. Bahçesi olan okullarda neler yapıldığını tahayyül etmek bile istemiyorum!
HOCANIN HAYALKIRIKLIĞI
Görünüş, boy pos itibariyle son derece yanıltıcı bir 'yarı olimpik' fiziğim olduğu için bütün beden eğitimi hocaları, ilk günlerde bana ümitle yaklaşmışlardır:
- Sen, kaç bakalım boyun?
- 1.75 hocam, ama hiçbir işe yaramayacak, ben...
- Basket takımına alıyorum seni!
- Almayın hocam, pişman olursunuz!
- Gel gel, tembellik yok, ben yetiştiririm seni!
- Siz bilirsiniz ama ben tiyatro kulübünde rahattım yani.
- Al bakalım şu topu, gösterdiğim gibi sektirip, git basket at.
- Peki hocam...... Nasıldı hocam?
- ... Tiyatro kulübünde ne oynuyorsunuz bu sene? Senin vaktin yoktur basketbola falan!
- Ben demiştim hocam!
Ve fakat hiçbiri ders almadı! Bana farklı türler denettirmeye devam ettiler. Dengeyle ilgili problemim olduğunu, beni denge tahtasında bir yıldız yapmaya karar veren Recebiye Güzelocak sayesinde öğrendim. Recebiye Hanım, (uydurma bir isim değildir, hakikattir) muhteşem fiziğiyle denge tahtasının üzerinde envai çeşit hareketler yapıp, sonra aynısını bizden beklerdi. Dört parmak genişliğinde bir tahta. Üzerinde durmak, bana sorarsanız mümkün değil. Ama 46 beden arkadaşlarım bile neler yaparlardı tahtanın üzerinde. Figürler, reveranslar, ahenkle dans etmeler... Sınıfta iki kişiyse, yandaki minderlere düşüp dururdu: Ben ve arkadaşım Karin. Sonunda denge problemimiz olduğuna karar verdik ve Recebiye Hanım, bize acıyıp, dersten geçirdi.
SPOR AFFEDER, SANAT ETMEZ
Benim yazar, Karin'in sanat yönetmeni olmamız bir tesadüf müydü! Sanatla spor aynı bünyede birlikte yaşayamıyor muydu acaba? Ve fakat, spor affeder, sanat affetmez sevgili okurlar. Biz bu meslekleri niye seçtik Atlama, zıplama, koşma, yüzme, kondisyon gibi hususlarla alakamız olmasın diye değil mi? Çok şükür genellikle evin sıcak ortamında bilgisayar başında çay kahve, sonra sette rol kesmeceden ibaret bir hayatım var...dı! 'Hırsız Var' filmine kadar! Şimdi konuyu falan anlatıp sürprizleri bozmayacağım ama şunu söyleyeyim: Senaryoda, sonradan fark ettiğim, bir havuza atlama sahnem varmış! Yarın 'Gülse Gülse olalı, böyle eziyet çekmedi' başlıklı yazımda, maceralarımı anlatacağım!