Bildiklerimden farklı ne görmeyi bekliyordum bilmiyorum ama ''Bir Sarışın Küçük Kız' kitabını elime alınca hemen okumak istedim. Üç saat içinde de okuyup bitirdim. Yazdıklarının hiçbirine şaşırmadım. Çünkü Zerrin görmeyi bilene yıllardır kendini anlatıyordu zaten. Gülüşleriyle, gözyaşlarıyla, bir anda her şeyden vazgeçip kaçıp gitmeleriyle, sevmeleriyle, tükenip yeniden dirilmeleriyle, panik ataklarıyla aslında her şeyi anlatıyordu. Hangi bedellerden çıkıp geldiğini, kendini Zerrin yapan her şeyi, hiç saklamadan söylüyordu. Ben onu ya gözyaşları içinde görmüştüm ya da kahkahalarında... Ortası yoktu Zerrin için. Ya diplerde olurdu ya da zirvede. Ve ne yaşarsa yaşasın annesinin varlığı bir gölge gibi izlerdi onu hep. (Sevgi mi, nefret mi? Bu ilişkinin hangi duyguya dayandığını hâlâ çözemedim...) Bir gece Bodrum'da sahneye çıkmadan önce yine müthiş bir atak yaşamıştı. O tansiyonla kimse yerinden kıpırdayamazdı ama Zerrin sahneye çıktı. Ve bir anda her şeyi unuttu. Kendini bile... Bütün bu unutulmuşlukların içinden çıkardığı, sahnede devleştirdiği o kadını izlerken çok etkilenmiştim. Sonra da hep o duyguyla izledim onu sahnede. Sesini bir çığlığa dönüştürüp hayata savuran Zerrin aslında kendini anlatıyordu. Kitabında, "Eğer bir şarkı olsaydım... Bir şarkıda tek bir kez ama upuzun bir çığlık atılırdı ve bu çığlık hayatı anlatırdı" demiş... O çığlık şimdi bir kitabın, 'Bir Sarışın Küçük Kız'ın sayfalarında. Ve o çığlık Zerrin'i anlatıyor. Ve o kendini anlatırken birileri de tuhaf bir biçimde onu eleştiriyor, yıllardır bitmeyen mutsuzluğundan dolayı... Eleştirenlere şöyle bir sorum var: Siz dünyaya gelirken anne ve babanızı, ailenizi seçebildiniz mi?