Sinemalarda "The Queen" (Kraliçe) filmini kaçırmıştım. İşportadan korsan DVD alma adetim olmadığı ve internetten film indirmeyi de etik bulmadığım için önceki akşam Digitürk'ün yeni sinema kanallarından birinde karşıma çıkınca, adeta üzerine atladım. Film, 2007 yılındaki 79'uncu Oscar töreninde Helen Mirren'e "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü getirmişti. O günlerde pek çokları, bu ödülün filme atfedilen "siyasi değer" adına verildiğini söylemişti. Kesinlikle katılmıyorum. Helen Mirren enfes oynamış. Ben mesleğe yeni başlayan oyuncuların yerinde olsam, bu filmdeki Mirren karelerini kendime "rehber" edinirdim. Film, İngiliz halkının "kahraman" olarak gördüğü Lady Diana'nın 1997'deki ölümünün ardından Kraliçe Elizabeth'in takındığı kayıtsız tavrın, monarşi rejimini nasıl salladığını, halkın "güzel prensesleri" uğruna saraya nasıl dirsek gösterdiğini, "emekçilerin temsilcisi" olan Başbakan Tony Blair'in düzeltme ve direktifleriyle Kraliçe'yi siyasal anlamda nasıl "ipten aldığını" son derece etkileyici bir dramatik dille anlatıyor. İnsan bu filmi izleyince, monarşi ile yönetiliyormuş gibi görünse de, İngiltere'ye neden "demokrasinin beşiği" denildiğini daha iyi anlıyor. Bir yönetmen (Stephen Frears), bir senarist (Peter Morgan) düşünün ki, İngiltere'nin en büyük tabusu olan "Kraliçe"yi o güne kadar asla resmedilmemiş biçimde, çılgına dönen medya, entrikalar ve insani duygular arasına sıkıştırılmış garip bir insan olarak sunma yürekliliğini göstersin... Bana göre filmin en vurucu kısmı ve tahminen Akademi jürisini en fazla etkileyen sahnesi, Kraliçe'nin arazide tek başına dolaşırken gördüğü bir geyiği ağlayarak izlediği kareydi. Elizabeth, uzaktan gelen köpek seslerini duyup, "Kaç, kaç çabuk yavrum" diyerek onu korumaya çalışırken, aslında koruyamadığı Diana için günah çıkartıyordu. Lady Di anısına çiçek bahçesine dönüştürülen sarayın parmaklıklarının önüne gidememesine karşın, ertesi gün vurulan o geyiği ziyaret etmesi de "Demirden Kraliçe"nin içine akıttığı gözyaşlarıyla pas tutmuş haliydi. İşte Helen Mirren tüm bu karmaşık duyguları, ancak "rafine" oyuncuların verebileceği bir "netlikle" perdeye sermişti. Sahi, Türk siyasi yaşamında çok önemli bir devre imzasını atmış, kendisine karşı girişilen suikasttan, şüpheli ölümüne kadar hâlâ büyük bir sır perdesiyle örtülü Turgut Özal'ın yaşamını; aynı cesaret, titizlik ve duyarlılıkla beyazperdeye taşıyacak kimse çıkmayacak mı?